Posts Tagged ‘Tayfun Atay’

‘’Türkiye’de Antropoloji’’ Derken

Şubat 15, 2021

Bir süre önce Birikim Güncel’de Yılmaz Yıldırım’ın Türkiye’deki antropolojinin ‘’inişli ama çıkışlı olmayan hikayesi’’ne dair bir değerlendirmesi yayınlandı.[1] Yılmaz bu değerlendirmesinde, antropolojiyi ‘’bir toplumun kendi hakkındaki bilgisinin, kendini anlama çabasının en önemli bilimsel etkinliklerinden biri’’ olarak niteleyip, bu disiplinin ‘’antropoloji için en verimli, en bereketli ülkelerden biri olan’’ Türkiye’de hak ettiği zemini bulamadığı, üstelik bu zeminin genişleyeceği yerde büsbütün daraldığı bir sürece dikkat çekiyor.

Bu doğrultuda düşünenler Yıldırım’la sınırlı değil. Örneğin Yetkin Işık, (Yıldırım’ın da atıfta bulunduğu) bir makalesinde antropolojinin Türkiye’de yeterince bilinmemesinden, daha da kötüsü yanlış bilindiğinden dem vuruyor; antropolog Sibel Özbudun’un bir tanıklığına da yer vererek, antropolojinin hâlâ bir ‘’ırk bilimi’’ olarak algılanabildiğini ileri sürüyor.[2]

Bu tür gözlemlerle karşılaştıkça, ister istemez uzun yıllar önce kaleme aldığım bir makaleyi hatırlıyorum. Haddim olmadan, o makalede ben de Türkiye’deki antropolojinin endamı hakkında   benzer şeyler dile getirmiştim.[3] Malumun ilamı kabilinden bir gerçek olmasına rağmen, Türkiye’nin antropoloji açısından potansiyelini vurgulamaktan kaçınmamış, hatta bu vurgumu güçlendirmek için o standart ‘’kültür mozaiği toplum’’ mecazına başvurmakta da beis görmemiştim. Bu mecaz o zamanlar da yeterince sıradandı, fakat Yıldırım’ın da belirttiği gibi, şimdilerde ancak ‘’turizm tanıtım broşürlerine’’ yakışacak nitelikte. Bülent Aksoy’un ‘’söylem’’ kavramının akıbetiyle ilgili anlattıklarını andırır şekilde, ‘’mozaik toplum’’ mecazının da içi iyice boşalmış durumda.[4] Kullanışlı terim ve deyimlerin böyle güme gitmesi yazık, ama dil denen olgudaki başdöndürücü değişime direnmek ne mümkün!

Sözkonusu yazıda, Türkiye’de antropolojik çalışmaların gerek miktarının gerek akademya ve toplum geneli üstündeki etkilerinin sınırlılığına dair bir takım spekülasyonlarda bulunmuştum. Doğrusu, bu iş bana düşmezdi zira ne antropoloji hocasıydım, hatta ne de öğrencisi. Düpedüz, cahil cesareti denebilir. Cumhuriyet tarihine damgasını vurmuş koca bir antropoloji geleneği varken, bu gelenek neredeyse hiç yokmuşçasına ileri geri fikir yürütmem hoş karşılanacak bir davranış değildi; nitekim antropoloji erbabından tepkilerin gelmesi gecikmediydi.[5]

Şüphesiz, Cumhuriyet antropolojisinin hacimli külliyatına fazlaca bir aşinalığım yoktu; fakat zaten antropoloji denince zihnimde uyanan imgenin bu külliyatla ortak bir yönü de yoktu pek. O bakımdan, bir tabula rasa üzerinden hareket etmek bana çok mantıksız görünmemişti.

Erken dönem Cumhuriyet antropolojisi ve evrimi ile ilgili tek cümlede bir şey söylemek mümkünse, belki şu olabilir: öncelikle niceliksel bir disiplindi bu; ölçüye ve tartıya gelen, özellikle de kafatası ölçmeye odaklı ‘’fiziki’’ bir araştırma alanıydı ve bu anlamda da bir ‘’pozitif bilim’’ olarak ortaya çıkmıştı. Ağırlıklı olarak da tıpçıların ve arkeologların öncülüğü ve tasarrufu altındaydı. Zafer Toprak, konuyla ilgili kapsamlı çalışmasında, ‘’ırk bilimi’’ yaftasıyla lekelenen bu erken-dönem antropolojisinin karanlıkta kalmış olumlu yönlerine ışık tutar, seküler bilim anlayışının ve Darwinci düşüncenin Türkiye’de ilk bu antropoloji sayesinde kök saldığını, ayrıca Türkiye’nin dış alemde sesini de bu antropoloji sayesinde duyurduğunu savunur.[6] Ancak Toprak’ın da teslim edeceği gibi, erken dönem Cumhuriyet antropolojisinin eğer ‘’bilimselliği’’nden bahsedilecekse, bu ancak kendi devrinin positivist kriterleriyle ve ancak sınırlı şekilde mümkündür. Nazan Maksudyan’ın deyimiyle, bir bilimden çok, bir tür ‘’kurgubilim’’dir bu antropoloji.[7]

Bilindiği gibi, erken dönem antropolojisi Türkleri ‘’Batı Ailesi’’nin üyesi yapma ve daha özgül bağlamda Türk Tarih Tezi’ni temellendirme hedefi üzerine kuruluydu. Bu hedefler Atatürk’ün vefatı ardından arka plana düşünce ve zaman içinde buharlaşınca, bu antropoloji de tedavülden kalktı. Hoş, bu antropolojinin gövdesini oluşturan disiplin (‘’fizik antropoloji’’), ortadan tamamen kalkmak yerine genetik ve biyolojiyle eklemlenerek kendine yeni bir yaşam alanı bulmuştur.  Ama Türkiye’deki ana mecrasında antropoloji, asli sıfatını korusun korumasın, giderek etnoloji alanına kaydı; bir anlamda yerini etnolojiye bıraktı. Bu süreç aynı zamanda sosyal/kültürel düzleme geçişin de habercisidir ve sanırım en önemli sonucu, sınıflandırma, kataloglama ve alan çalışmaları gibi pratikler vasıtasıyla Türkiye toplumuna dair geniş bir bilgi envanterinin oluşmasıdır. İkinci Dünya savaşından sonra belirginleşen bu sürecin, erken Cumhuriyet dönemine göre Türkiye’deki antropolojinin gelişiminde kaydadeğer bir ilerleme olduğu tartışma götürmez. Zira bu yeni safha, türlü ideolojik kurguları ve efsaneleri temellendirmeye kilitlenmiş erken dönem antropolojisinden farklı olarak, Türkiye toplumunu anlamaya, yakından fotoğrafını çekmeye odaklanmış bir çabayı ifade ediyordu.

Ne var ki, bu süreç sinsi bir politikasızlaşma, bir tür başını toprağa gömme haliyle birlikte yürüdü. Ama daha da önemlisi, bu politikasızlaşma ile beraber, erken dönem antropolojisindeki tez, teori, kurgu bolluğunun yerini, Yıldırım’ın deyimiyle, ‘’malûmat istifçiliği’’ aldı. Yıldırım, ‘’teorinin gereksiz ya da sakıncalı görüldüğü’’ bu safhayı ‘’teorisizlik dönemi’’ olarak niteliyor. Bu nitelemesinden, kendisinin Türkiye’deki antropoloji araştırmalarında daha teori-yoğunluklu bir ortamın beklentisi—en azından temennisi– içinde olduğunu anlıyorum.

Yirmi küsur yıl önce sözünü ettiğim makaleyi yazarken, benim de beklentim bir bakıma buydu. İstiyordum ki, büyük potansiyel vaadeden antropolojide ‘’istiflenmiş malûmat’’la yüz yüze gelecek teoriler boy göstersin, birbiriyle çatışsın, bu arada da, antropolojinin kenarında kuytusunda yahut sosyal bilimlerin başka mahallerinde dolaşan benim gibiler bu hareketli ortamdan azıcık nemalansın! Açıkçası aradığım, ‘’heyecan’’dı biraz.

Kuşkusuz, o sıralarda da böyle heyecanlara kaynaklık edecek çalışmalar eksik değildi. Fakat her nasılsa, 1990’ların sonundan itibaren, hem kuram hem gözlem bakımından antropoloji alanındaki yayın ve tartışmalarda daha öncesine göre büyük artış oldu. Tam da bu artışın arifesinde (tam tamına 23 yıl önce) Türkiye’deki antropoloji çalışmalarını azımsamakla eleştirilmiştim, bugün ise abartmakla suçlanmak istemem. Ancak izleyebildiğim kadarıyla, yüzyılımızın ilk yirmi yılında antropoloji ve periferisinde biriken külliyat çarpıcı miktardadır; o kadar ki, bu dönemi Türkiye’de antropolojinin ‘’yeniden doğuş’’ devri olarak nitelemek bana pek yanlış görünmüyor.

Külliyattaki artışla neyi kasdettiğimi belki şöyle ifade edebilirim: örneğin Eriksen ve Nielsen’in Antropoloji Tarihi gibi, ya da Geertz’in, Sahlins’in veya Bourdieu’nün temel klasikleri tamamlayan ve antropoloji perspektifini genişleten denemeleri gibi bir kısım eser, bu son yirmi yıllık dönemde Türkçe’ye kazandırıldı.[8] Önemli bir boşluğu dolduran Antropoloji Sözlüğü de bu dönemde yayınlandı.[9] Sibel Özbudun, Tayfun Atay, Nilüfer Göle, Deniz Kandiyoti, Suavi Aydın gibi 2000-öncesinden de yayınları bulunan pek çok antropolog veya kültür araştırmacısının bazı temel çalışmaları da son yirmi yılda ortaya çıktı.[10] Martin van Bruinessen, J.-F. Perouse gibi Türkiye üzerine yoğunlaşan yabancı araştırmacıların çalışmaları da cabası.[11]

Diğer taraftan, bu dönemin yeni yüzleri arasında, apayrı bağlamlardaki katkılarıyla, Lale Yalçın-Heckmann, Dilşa Deniz, Saime Tuğrul, Sula Bozis, Hasan Güler, Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu gibi isimlerden de bahsedilebilir.[12] Bunlar ilk aklıma gelenler. Eminim, ilgili literatüre hakim antropologların sayabilecekleri pek çok isim daha vardır; üstelik bunlar benim bildiklerimden yahut duyduklarımdan daha temsilî veya isabetli örnekler olabilir.[13]

Velhasıl, son yirmi yıllık bu ‘’şafak vakti’’nde Yıldırım’ın sözünü ettiği türden magnum opus’lar hiç çıktı mı yahut çıkacak mı bilemem, ama Türkiye’de antropolojinin bu dönemde gözle görülür bir şenlenme ve çeşitlenmeye sahne olduğunu ileri sürmek zor değil. Yıldırım’ın şu gözlemi de bu tespitimi destekler nitelikte: ‘’bugün sosyal ve beşeri bilimler arasında antropolojiden beslenme düzeyinin hiç de az olmadığı bir gerçek. Sosyal teorinin özellikle sosyolojide tıkandığı birçok yerde devreye sokulan antropolojik bulgu ve bakış, üretilen metinlere âdeta soluk aldırıyor.’’ Ona göre, tam da bu nedenle, antropolojinin klasik yapıtları hiç bir zaman şimdiki okunurluk düzeyine ulaşmamış, ‘’genel okurun teveccühü’’ne bu derece mazhar olmamıştı.

Ne var ki Yıldırım’ın bu gözlemi, şu acı hükümde bulunmasına da engel değil: ‘’antropolojinin bugün üniversitelerde en fazla kan kaybeden bölümler arasında yer aldığı tartışmasızdır.’’ Buna verdiği örnek de, devlet üniversiteleri arasında antropoloji doktora programlarına sahip topu topu iki üniversitenin bulunduğudur (Ankara ve Hacettepe). Sonuç: ‘’antropolojinin Türkiye’de sosyal, kültürel, politik meselelerde, kültür politikalarında görünürlüğü’’nün ve etkisinin giderek azalmasıdır.

Yıldırım’ın söylediklerinden, şöyle çelişkili bir vaziyet karşısında olduğumuzu farketmemek güç: Türkiye’de antropoloji toplum düzeyinde varlığını ve canlılığını koruyor, fakat devlet katında itibar görmüyor, giderek dışlanıyor. Bu görüntü ise, ister istemez antropolojinin ezeli ironilerinden birini hatırlatıyor bize: küresel planda antropoloji nasıl ki sömürgeciliğin gölgesinde/güdümünde doğup bir asır içinde sömürgecilik karşıtlarının adeta bir silahı yahut kalkanı haline gelmişse, Türkiye planında da bir devlet projesi olarak doğup, bir asrı bulmadan toplumun devlete karşı bir direnme ve nefeslenme sahasına dönüşmüş durumda. Nitekim, Türkiye’de ‘’namlunun ucunda’’ sayılabilecek iki temel kesimin—kadınlar ve Kürtler—antropoloji çalışmaları içinde gittikçe daha fazla yer tutması boşuna değil.[14] Ayrıca devletin, antropolojinin öznesi olmaktan çıkıp bizzat araştırma nesnesi haline gelmesi de bu yöndeki gelişmenin dikkate değer bir göstergesi şüphesiz.[15]

Yıldırım’ın belirttiği gibi, eğer antropoloji devlet üniversiteleri ve kurumlarında zemin kaybetmekteyse, o takdirde özel üniversitelerde daha rahat varolduğu düşünülebilir. Bu herhalde bir ölçüde doğrudur.  Ancak özel üniversitelerin  büyük çoğunluğunun da bugün devlet güdümünde veya yörüngesinde bulunduğu unutulmamalı. Eskiden ‘’piyasa’’nın özel üniversitelerin üzerindeki tasarruf ve etkisi endişe yaratırdı, şimdilerde o endişe devlet baskısından duyulan korkunun yanında hayli hafif kaldı. Antropolojinin, halihazırda gene de en güvenli limanı Hacettepe gibi bu dalın kalesi sayılan bir devlet üniversitesinde bulduğu söylenebilir.

Bu şartlarda, belki bir kaç istisna dışında, Türkiye’de antropoloji ister devlet ister özel olsun üniversitelerde çeşitli sınırlama ve daralmalarla daha uzun süre karşılaşacağa benziyor. O bakımdan Yıldırım antropoloji için ‘’inişli’’ bir güzergah öngörmekte haklı. Ancak, bu dirençli disiplinin ‘’devlet katında’’ kaybettiğini ‘’toplumun bağrında’’ koruduğu ve varlığını güçlenerek sürdürdüğü galiba bir gerçek. Türkiye’de pek çok şey tepetaklak başaşağı gidiyor, ama o da ne, antropoloji sanki öyle değil.

Bu yazı 11 Şubat 2021’de Birikim Güncel’de yayınlanmıştır.


[1] ‘’Türkiye’de Kültürel Kamu ve Antropoloji’’, Birikim Güncel, 28 Aralık 2020.

[2] S. Yetkin Işık, “Türkiye’de Antropolojik Bilginin Yetersizliği Sorunu”, Folklor/Edebiyat, cilt 22, sayı 87, s.14.

[3] 1998’de Toplum ve Bilim dergisinin 76 nolu Bahar sayısında yayınlanan bu makale, doğrusunu söylemek gerekirse, bu derginin akademik yazım çıtasının altında kalan, daha çok izlenimsel bir değini metni olarak düşünülmesi ve kurgulanması gereken bir yazıydı.

[4] ‘’Yalama Olan ‘Söylem’ Terimi’’, Birikim Güncel, 14 Ocak 2021.

[5] Bu tepkilerin yazıya dökülmüş hali ve akabindeki polemik için bkz: Suavi Aydın, ‘’Ekşigil’in yazısı vesilesiyle Türkiye’de antropoloji’’, Toplum ve Bilim, 77 Yaz 1998; Adnan Ekşigil, ‘’Türkiye’de antropolojinin eni-boyu üzerine: Suavi Aydın’a yanıt’’, Toplum ve Bilim 78 Güz  1998).

[6] Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, 2012, s.203.

[7] Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek: Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1939, Metis, 2005.

[8] T.H. Eriksen & F. S. Nielsen, Antropoloji Tarihi, İletişim, 2010; G. Geertz, Gerçeğin Ardından: Bir Antropoloğun Gözünden İki islam Ülkesinin Son Kırk Yılı, Dipnot, 2011; Geertz, Yerel Bilgi, Dost, 2007; M. Sahlins, Batının İnsan Doğası Yanılsaması, BGST, 2012; Sahlins, Taş Devri Ekonomisi, BGST, 2017; Sahlins, Akrabalık Nedir, Ne Değildir, Dipnot, 2018; P. Bourdieu, Bir Pratik Teorisi İçin Taslak, İstanbul Bilgi Üni., 2019; Bourdieu, Akademik Aklın Eleştirisi, Metis, 2019; Bourdieu, Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Heretik, 2015; Bourdieu, Devlet Üzerine, İletişim, 2020; Bourdieu (L. Wacquant ile birlikte), Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim, 2012. Ufak bir uyarı: burada belirtilen bazı yayın tarihleri son baskılara ait olsa da, ilk baskıların tarihleri de bir kaç yıldan fazla geriye gitmez sanırım. Öte yandan, Claude Levi-Strauss gibi adı tüm bir XX. Yüzyıl antropolojisiyle özdeşleşen büyük bir figürün bile, gerek klasik eserlerinin yenilenen baskıları ile (Hüzünlü Dönenceler, Yapı Kredi, 2018; Yaban Düşünce, Yapı Kredi, 2020, Mit ve Anlam, İthaki, 2020, gibi), gerek bazı metinlerinin yeni çevirileriyle (Montaigne’den Montaigne’e: Devrimci Bir Bilim Etnografya, Sel, 2018; Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji, Metis, 2018, gibi) Türkiye’de 2000’li yıllarda daha fazla bir görünürlük kazandığı söylenebilir.  

[9] Kudret Emiroğlu & Suavi Aydın, Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat, 2003.

[10] Sibel Özbudun: Kültür Halleri, Ütopya, 2002; Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri, Ütopya, 2004; Antropoloji Gözüyle Sınıf, Kültür, Kimlik, Ütopya, 2010, vb. Tayfun Atay: Din Hayattan Çıkar, İletişim, 2004; Göl ve İnsan: Beyşehir Gölü Çevresinde Doğa-Kültür İlişkisi Üzerine Antropolojik bir İnceleme, Kalan, 2005; Türkler, Kürtler, Kıbrıslılar: İngiltere’de Türkçe Yaşamak, Dipnot, 2006, vb. Nilüfer Göle: İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, Metis, 2000; İçiçe Geçişler: İslam ve Avrupa, Metis, 2009; Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, Metis, 2012; Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar, Metis, 2015, vb. Deniz Kandiyoti: (Ayşe Saktanber ile) Kültür Fragmanları: Türkiye’de Günlük Hayat, Metis, 2017; Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, Metis, 2019 (Belirtmek gerekir ki Kandiyoti’nin bu kitapları, Türkçede gün yüzünü yeni görmelerine rağmen, ilk kaleme alınmaları 1970’lere kadar uzanan çalışmalardır). Suavi Aydın: (Kudret Emiroğlu, Oktay Özel, Süha Ünsal ile birlikte) Mardin: Aşiret Cemaat Devlet, Tarih Vakfı, 2000.

[11] Martin Van Bruinessen: Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim, 2003; Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim, 2008; Kürdolojinin Bahçesinde: Kürdologlar ve Kürdologlar Üzerine Söyleşi ve Makaleler, İletişim, 2012, vb. J. François Perouse, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri, İletişim, 2011.

[12] Lale Yalçın-Heckmann: Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri, İletişim, 2016. Dilşa Deniz: Yol/Rê: Dersim İnanç Sembolizmi, İletişim, 2014. Saime Tuğrul: Canım Sana Feda: Yeni Zamanların Kutsallık Biçimleri, İletişim, 2014; Ebedi Kutsal Ezeli Kurban: Çok Tanrılılıktan Tek Tanrılılığa Kutsal ve Kurbanlık Mekanizmaları, İletişim, 2016. Sula Bozis: İstanbul’dan Anadolu’ya Rumların Yemek Kültürü, YKY, 2020. Hasan Güler: Patron Baba ve İşçileri: İşçi Sınıfı, Köylülük ve Paternalizm, İletişim, 2014. Oğuz Işık ve M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği, İletişim, 2009.

[13] Çok sayıda antropoloğun makalesinden oluşan yeni bir derlemenin arkasındaki toplu kaynakça da, büyük çoğunluğu 2000-sonrasına ait olan çalışmaların zenginliği hakkında iyi bir fikir verebilir. (Ayfer Bartu Candan & Cenk Özbay (der.), Kültür Denen Şey: Antropolojik Yaklaşımlar, Metis, 2018) 

[14] Bu bağlamda aynı derleme içinde (Kültür Denen Şey), Aksu Bora’nın ‘’Feminist Antropoloji’’ ve Suavi Aydın’ın Kürtlerle beraber diğer azınlıkları da kapsayan ‘’Antropolojide Etnik Azınlıklar ve Konar-Göçerler’’ başlıklı aydınlatıcı makalelerine bakılabilir.

[15] Gene aynı derleme içinde, Berna Yazıcı’nın ‘’Devlet Antropolojisi’’ başlığıyla bu gelişmeyi bir çok yönden ele alan bir değerlendirmesi de mevcuttur.

Cumhuriyet’in Bitişi

Eylül 20, 2018

Nihayet beklenen oldu ve Cumhuriyet Gazetesi’nin uzun tarihinde açılmış yaklaşık dört yıllık bir parantez kapandı. Hatırlanacağı üzere, bu gazete son yirmi yıldır hatta belki çok daha uzun bir zamandır (o hususun dönemlendirilmesi kuşkusuz ince ve ayrıntılı bir analiz gerektirir), başta İslami dalga olmak üzere dünyayı ve Türkiye’yi derinden etkileyen değişim süreçlerini izlemekte, anlamakta ve doğru tepkileri vermekte yetersiz kalmış, eski pırıltılı yüzünün sönük bir sureti haline gelmiş, kısacası hayatiyetini kaybetmiş bir yayın organı durumundaydı.

Fakat ne olduysa olmuş, dört yıl kadar önceki bir yönetim değişikliği sonucu, Aydın Engin, Aslı Aydıntaşbaş, Ahmet İnsel, Kadri Gürsel, Kemal Can, Tayfun Atay, Çiğdem Toker gibi isimlerin sayfalarında yazmaya başlamasıyla, gazete renklenmiş ve iyice canlanmıştı. Bu haliyle Cumhuriyet’in yürümeyeceğini, gazetede yerleşik ‘ulusalcı kanat’la ‘özgülükçü sol’ veya ‘sosyal demokrat’ denebilecek kanat arasında kavga çıkacağını, gazetenin de yönünü kaybedip büsbütün eriyeceğini düşünenler olmadı değil; fakat bu öngörü doğru çıkmadı; ‘kanat’lar arasında belirli bir denge—ve bir miktar etkileşim—tutturulmuş olmalı ki, gazete pekala gelişerek yolunda yürüdü ve kısa zamanda muhalefetin matbu medyada en güçlü ve neredeyse tek sesi haline geldi.

Sözcü Gazetesi gibi, hükümete karşı vargücüyle muhalefet eden yayın organları hiç yok değildi; hatta özellikle Sözcü’nün hükümete salvolar savurmakta öncülüğü kimseye bırakmadığı söylenebilir. Buna rağmen muhalif organlar içinde Cumhuriyet’in yeri ayrıydı, çünkü yalnız hükümete değil genel olarak dünyaya daha geniş—bir bakıma ‘evrensel’– bir perspektiften bakabiliyor, gündem ve eleştirilerini de ona göre düzenleyebiliyordu.  Bu niteliğiyle de, dış kamuoyunda sesine en çok kulak verilen, en ciddiye alınan yayın organı durumundaydı. Çok sayıda yazar ve yetkilisinin hükümet tarafından hedef alınması ve hapiste çürütülmeye çalışılması da boşuna değildi elbet.

Geçen gün tam da bir emrivakiyi andıran bir yönetim değişikliğinin ardından, Cumhuriyet’e son dört sene zarfında gelenlerin hemen hemen tamamı ayrıldı veya işlerine son verildi. Cumhuriyet böylece, kimisinin algıladığı ve savunduğu şekilde, ‘aslına rücu’ etti ve belki de kemikleşmiş eski okuyucu kitlesiyle buluştu.  Bu gelişmeye sevinenler maalesef az değildir, fakat şu bir gerçek ki, gazete aslında ölümcül bir kan kaybına uğradı. Gazetede kalanların, gidenlerin bazılarına ‘gitmeyin, ayrılma kararınızı gözden geçirin’ diye çağrıda bulunması da, bu kan kaybının nasıl derinden hissedildiğinin bir emaresidir.

Yönetim değişikliğiyle birlikte gazetenin baş sayfasına kapı gibi konan bildiri, sanki gazetede Atatürk aleyhtarı yayın yapanlar varmış gibi, ‘Atatürkçülüğe dönüş’ çağrısı içeriyordu.  Oysa sadık bir okuyucu olarak kendi hesabıma belirtmeliyim ki, gazetede yazanların hiçbirinden, özellikle Atatürk veya Atatürkçülük karşıtı bir söz duymuşluğum yoktu.  Üzülerek itiraf etmeliyim ki bu metin bana, 12 Eylül darbesiyle birlikte ardarda yayınlanan ‘Atatürkçülük’ vurgulu bildirileri hatırlattı. Bu tür  bildirilerin aslında, Atatürk’le ilgisi olmayan pek çok alçakça ve ahmakça eylem ve karartmaların kılıfı olduğu herhalde çoğumuzun malumudur.

Cumhuriyet, bu şekilde ‘aslına rücu ederek’ hiç de daha güçlenmedi, tersine, belki de kaçınılmaz ecelini daha da hızlandırmış oldu. ‘Kaçınılmaz eceli’ demek herhalde abartılı değil, zira çılgınca yükselen kağıt maliyetleri ve tam takır bir kasayla, ölümü muhtemelen mukadderdi. Ama en azından, son yıllarda kazandığı heterojen ve renkli yapısını korusaydı, hakkını vererek direnmiş ve ‘koptuğu yere kadar’ mücadelesini sürdürmüş olurdu.  Şimdiyse bunu gerçekleştirebileceği bile şüphelidir. En iyi ihtimalle, Sözcü ile aynı safta ve ayarda bir gazete olarak devam edecektir.

Kuşkusuz, bu yeni dönemeçte Cumhuriyet’te kalanlar arasında bilgi, tecrübe—ve görgü—sahibi olanlar yok değildir.  Ali Sirmen, Emre Kongar gibi yazarlar, gazetenin kıymetli demirbaşlarıdır.  Ayrıca, kalanlar arasında Mine Kırıkkanat gibi kalemi keskin yazarlar da yok değildir. Fakat bütün bunların mevcudiyeti, Cumhuriyet’in Sözcü ve benzer diğer yayın organlarından farkını korumaya yeter mi, doğrusu şüphelidir.  Ama daha da önemlisi, kalanların gidenlerin yerini dolduracak insanları arasalar bile kolay kolay bulamayacakları gerçeğidir. Arayacakları da, bir o kadar şüphelidir zaten.

Bazı ‘münafık’ yorumcular, Cumhuriyet’teki son yönetim değişikliğini AKP’nin—veya iktidarın–gazeteyi ‘içten fethi’ olarak yorumladılar. İktidarın Cumhuriyet’le yakından ilgilendiği su götürmez ama, sormak gerekir: iktidar ‘içten fethetmek’ için ne kadar mesai harcadı acaba? Herhalde o kadar da fazla değil.  Diğer pek çok siyasal olayda olduğu gibi, burada da muhalefetin—özellikle de o azimli Atatürkçülerin– iktidara fazla bir iş bırakmadığını görmüyor muyuz?

­­Bu yazı 11 Eylül 2018’de acikgazete.com’da yayınlanmıştır.