Mülkiyet Hakkı, İnsan Hakları ve Ötesi

Ağustos 8, 2021

Eski Amerikan filmlerinden bildiğimiz bir durumdur: lokantalar ve bilhassa pizza zincirleri ABD’de mafyanın vitrini ve para aklama mahalleridir. ‘Suç örgütü lideri’ Sedat Peker’in son açıklamalarına bakılırsa, günümüz Türkiye’sinde ölçekler hayli farklı: artık mafyanın operasyonlarını gizlemeye pizza zincirleri yetmiyor, milyarlık devasa oteller gerekiyor. Herhalde şimdi dünyada da böyledir, fakat kapısına tankla dayanıp otele el koyma vaziyetleri, Türkiye dışında pek duyulmuş şeyler değil.

Mafyanın bir otele el koyması elbette yeterince vahim; hele kapısına tankla dayanması fazlasıyla grotesk; ancak asıl vahim olan, bu el koyma işini bir zamandır bizzat hükümetin yürütüyor olması. Özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünden bu yana, AKP iktidarının ‘Fetöcü’ suçlamasıyla çok sayıda şirket ve holdinge el koyduğuna, yahut kendi yandaşlarının zimmetine geçirmek için zemin hazırladığına tanık oluyoruz. İktidarın bununla da yetinmeyip, Can Dündar örneğinde olduğu gibi, bizzat muhalif gazetecilerin evine barkına dahi el attığını, üstelik kimi zaman bu girişimlerinde mahkeme kararına bile gerek duymadığını görüyoruz. Hoş, mahkeme kararı olsa ne yazar, o ayrı. Böylece, önceleri mafya jargonunda kullanılırken birden yaygın dolaşıma giren ‘çökmek’ fiili, suç örgütlerinin yanısıra hükümete de yakıştırılmaya başladı.

Geçenlerde, İyi Parti başkanı Meral Akşener, ‘‘tapu delinmesi’’ diye nitelediği bu gidişattan duyduğu endişeyi şöyle ifade etmiş: ‘’Fabrikanın otelin tapusu, şimdi de ev tapusu…Buradan ilan ediyorum, ben bundan korktum.’’ Bu durumun Osmanlı’da bile görülmediğini söyleyen Akşener, normal düzende ‘’hapse girersin (ama) tapu sende kalır’’ diyerek, bugün ise raconun bozulduğundan, hakimi her ‘’ayarlayanın’’ elâlemin tapusuna konabildiğinden yakınmış.

Akşener’in Osmanlı ile ilgili varsayımı doğru değil elbet. Tanzimat-öncesi ‘has’ döneminde Osmanlı’da kulun padişah karşısında boynu kıldan inceydi, malûm. Padişah, sadrazamlarına varıncaya dek, istediğinin canına kıyar, malını mülkünü de tek fermanla müsadere ederdi. Özel mülkiyetin ve getirdiği güvencelerin yokluğu, Osmanlı düzeninin en belirgin özelliğiydi. Lâkin Cumhuriyet döneminde medeni hukukun yerleşmesi ve piyasa ilişkilerinin gelişmesiyle, özel mülkiyet yaygınlaştı ve kökleşti. Akşener’in dediği gibi, artık hapse girenin bile tapusu cebinde kalabiliyor. Fakat, Recep Tayyip Erdoğan imzalı tek adam rejimiyle birlikte, bu durumdan geriye—Osmanlı’ya?!—doğru bir gidişatın işaretleri bollaşıyor.

Akşener ne kadar korksa azdır, zira sonuçta Türkiye kapitalist bir ülkedir, özel mülkiyet de kapitalizmin vazgeçilmez dayanağıdır. Aslına bakılırsa, özel mülkiyet yalnız kapitalizmin değil, genel olarak beşeri medeniyetin de temelidir. En azından, liberal kurama göre böyle. Bu anlamda özel mülkiyet, çağımızın olmazsa olmaz unsurları sayılan ifade ve din özgürlüğü, seçme/seçilme ve toplanma özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi, bireyin özellikle devlet karşısındaki haklarının koruyucu zırhıdır.

Kuşkusuz, daha ‘yaşam hakkı’nın bile tam yerleşmediği coğrafyalarda mülkiyet hakkından bahsetmenin abes olduğu düşünülebilir. Yaşam hakkı, yalnız öldürülmeden hayatta kalma değil, ne ile suçlandığını bilmeden yıllarca hapislerde çürümeme durumlarını da kapsar. Mülkiyet hakkı, bu anlamda yaşam hakkının mevcudiyetini tek başına elbette garantilemez; yaşam hakkının pek olmadığı, buna karşılık mülkiyet hakkının içi boş bir kale gibi durduğu rejimler yok değildir–özel mülkiyetin küçük bir azınlığın elinde toplandığı oligarşilerde görüldüğü gibi. Fakat genellikle mülkiyet ile yaşam haklarının girift ve birbirini tamamlayan bir ilişkisi vardır: yaşam hakkı, mülkiyet hakkından önce gelir, ama ‘’mal canın yongasıdır’’ misali, ‘mülkiyet’ de ‘yaşam’ı hayli yakından izler. Her halükârda şu kadarı yeterince bellidir ki, çağımıza damgasını vuran asli insan hakları, özel mülkiyet çıpası olmadan ayakta kalamaz.

Türkiye’de gel-git’li bir seyir izleyen insan hakları, son on küsur yıldır hızlı bir erozyona maruz kaldı. Bu erozyonun dip noktası, mülkiyet hakkına dokunan yerdir—bir bakıma bıçağın kemiğe dayandığı yer. Onca zamandır bu ülkede demokratik ve sivil haklar için mücadele verilmekte; görülen o ki, bundan böyle mülkiyet hakları için de mücadele gerekecek. Bu, Türkiye’de gayrımüslimlerin ezelden beri iyi bildiği bir mücadeledir, fakat anlaşılan o ki, artık ‘has vatan evlâtları’nın da yakından tanıyacağı bir mücadele olacak.

Bu mücadeleler uzunca bir süre Türkiye’nin gündeminde kalacağa benziyor. Bu kaçınılmaz, ancak hakların korunmasına odaklanmanın belirli bir perspektif kaybına yol açması ve Türkiye’yi esas vermesi gereken mücadelelerden alıkoyması çok muhtemel.

Tahmin edileceği gibi, bizzat özel mülkiyetle ilgili bir sorun olduğu ortada. Klasik liberalizm özel mülkiyeti özgürlük ve bireyin oluşumuyla özdeşleştirir; ama aksine, özel mülkiyeti sömürü ve esaretle özdeşleştiren akımlar da vardır. Örneğin anarşizme göre özel mülkiyet, ortak kaynaklara daha işin başında doğrudan el koyma, günümüzün tabiriyle ‘çökme’ fiilinin, yani ‘hırsızlığın’ bir tezahürü ve ürünüdür. Sosyalizm de, en hafif tabiriyle özel mülkiyetten hazetmez, ona kuşkuyla bakar. Keza Marksizm de, daha özgül ve nüanslı bir bakış açısıyla da olsa, sınıflar-arası eşitsizliğin ve en genel anlamda ‘yabancılaşma’nın kaynağında özel mülkiyeti görür.

Özel mülkiyetin çağdaş uygarlığa katkısının olumlu ve olumsuz yönleri, ezeli bir tartışma konusudur kuşkusuz. Fakat  küreselleşmenin geldiği noktaya bakınca görülen o ki, eksileri artılarına ağır basmakta. 2. Dünya Savaşı ertesindeki son dalga küreselleşme ile birlikte, dünya ekonomileri baş döndürücü bir hızla büyüdü, bu büyümenin getirdiği zenginleşme sonucu mutlak yoksulluktan kurtulanların sayısı arttı. Buna karşılık, sınıflar ve zümreler arasındaki uçurum da derinleşti, artan zenginlik artan oranda ‘Yüzde Bir’in elinde toplanır oldu. O kadar ki, böyle bir büyümenin sürdürülebilir olmadığı aşikâr-ötesi bir hal aldı.

Dünyanın, sürdürülebilir ve dolayısıyla hayli sınırlı bir büyüme döneminin eşiğinde bulunduğu ortada. Mantıki sonuçları düşünülürse, gerçek anlamda sürdürülebilir bir ‘büyüme’nin kontrollü bir ‘küçülme’yi öngördüğü açık. Bu ise, kimi haklar (en basit düzeyde, şehirlerde yaya hakları, örneğin) genişletilirken, kimi hakların da sınırlandırılmasını gerektiriyor. Bunların arasında, hatta başında mülkiyet hakları da var.

Mülkiyet haklarının ortadan kaldırılması, tüm özel mülkiyetin bir kalemde kamuya devredilmesi söz konusu değil elbet. Öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Halen ufukta bir ‘proletarya diktatörlüğü’ de yok! (Bir diktatörlük olacaksa, bunun proletaryasız bir harbi faşist diktatörlük olma ihtimali daha yüksek gibi) Söz konusu olan, özel mülkiyetin başta vergilendirme olmak üzere türlü regülasyon enstrümanlarıyla tedrici şekilde sınırlandırılması. Bu sınırlandırmanın niteliği, sözgelimi bir arsa hakkındaki değişen mülkiyet algısından da anlaşılabilir: eskiden ‘’tapulu malım değil mi? Üstüne ister apartman, ister fabrika dikerim, kimse karışamaz!’’ diye düşünen ve hareket edenlerin şimdilerde böyle laflar etmesi kolay değil. Türkiye’de bile, arsa alım-satımlarında artık ilk sorunun ‘imar durumu’ ile ilgili olduğunu biliyoruz.

Mülkiyet haklarının sınırlandırılmasından bahsederken, yalnız ‘üretim araçları’nı kasdettiğimiz sanılmamalı. Gündelik yaşamdaki sıradan (ve sıradan olmayan) ‘tüketim araçları’nın da artan ölçüde türlü sınırlamalara tabi olması kaçınılmaz. Cebine para giren insanların sayısı yükseldikçe, onların daha çok araba, daha çok yazlık ev, daha çok motor yat, daha çok özel uçak vb gibi tatmin ve konfor nesnelerine dönük iştah ve taleplerini, gezegenimizin sınırlı kaynakları ile karşılaması mümkün görünmüyor.  Belirli bir refah ve tüketim düzeyini tutturmuş ülkelerin zaviyesinden, bu tür bir tüketim trendinin yeryüzününde yaygınlaşması halinde, sonucun nasıl bir kâbusa dönüşeceği daha iyi anlaşılıyor. O nedenle, ‘çevre etkileri’ ve ‘dışsal ekonomiler’ gibi faktörlerin bu ülkelerde ciddiye alınması ve hesabının tutulması boşuna değil.

Zengin ülkelerle fakir ülkeler arasında halihazırda derinleşen bir uçurum varsa, bunun bir boyutu da bu iki alemin mülkiyet meselesine yaklaşımıyla ilgili. Zenginler alemi özel mülkiyetin  zararlı etkilerini azaltmanın ve özel ile kamu arasında yeni mülkiyet ve tasarruf türleri bulmanın yollarını ararken, fakirler alemi hızlı ve gözü kara bir mülklenme—yahut ‘mülklüleşme—gayreti içinde. Yani zenginlerde bir ‘kamuya dönüş’ eğilimi ağır basarken, fakirlerde bir özelleşme/özelleştirme furyası gözlenmekte.

Bu durumun bir sonucu da şu: zenginler, mülkiyet hakları dahil temel hakların çoğunu belirli bir noktaya getirmiş ve düzenlerinde içselleştirmiş oldukları için, gündemlerinde ‘hak mücadelesi’nin ötesinde de konular var. Örneğin, yoksulluğa, eşitsizliğe yahut çevre sorunlarına neşter atma mücadeleleri gibi daha etkin ve sert konular bunlar. Zengin ülkeler bu doğrultudaki mücadeleleri vermekte ne kadar başarılılar, tartışılır; fakat temel hakların mevcut bulunduğu bir ortamda, bu mücadeleleri verme imkânları kuşkusuz çok daha fazla. Bu da onların lüksü.

Ne yazık ki Türkiye’nin böyle bir lüksü yok. Çok hamle yaptı ama, zenginler ligine giremedi; bu gidişle pek gireceği de yok. Halen, insanlarının haklarını arayan bir ülke Türkiye.

___________________________________________  

Bu yazı, 15 Temmuz 2021 tarihinde K24 sitesinde yayınlanmıştır.

Uygunsuz Bir Soykırım

Temmuz 1, 2021

1915 Ermeni olaylarının bir ‘soykırım’ olarak nitelenmesine karşı çıkanların başlıca argümanı, bu olayların acımasız ve kör savaş koşullarından kaynaklandığıdır. Bu argüman genellikle gider sonunda şu sloganda ifadesini bulur: ‘’Soykırım değil, vatan savunması!’’

Argümanın nesir hali ise şudur: Birinci Dünya savaşı, modern çağın en kanlı ve kitlesel kıyımlarına sahne oldu. Osmanlı devleti, bu savaşta ölüm-kalım mücadelesi verdi. Sarıkamış hezimetinden sonra, özellikle Doğu cephesi büyük zafiyete düşmüştü. Doğu eyaletlerindeki Ermeni nüfusun bir kısmı, bağımsızlık kazanma hülyasıyla on yıllardır bir hareketlenme içindeydi. Bu nüfusun öncü kesimleri, ülke içine ilerleyen Rus ordusu ile işbirliğine girmekten geri durmadı. Bu ‘arkadan vurulma’ tehlikesine karşı Osmanlı hükümeti, Ermeni nüfusun tamamını cepheden uzak güney eyaletlerine—Suriye’ye– ‘kaydırma’ya karar verdi. ‘Tehcir’ bu askeri önlemin adıdır ve askeri bir önlemden de başka bir şey değildir. Ancak ‘tehcir’in lojistiği yetersizdi: göç yolunda pek çok insan açlıktan susuzluktan telef oldu, başıbozuk çeteler—çoğu Kürt!—tarafından saldırıya uğradı, öldürüldü. Sonuç, yüzbinlerce ölüme malolan büyük bir insanlık dramıdır, bir trajedidir. Ancak, öncesindeki ve sonrasındaki yılları da içeren daha geniş bir perspektife oturtulduğunda, 1915 olaylarının simgelediği süreç karşılıklı bir katliamlar dizisidir, esasen bir ‘mukatele’ olgusudur. Bu olgunun bir parçası olduğu ‘Büyük Savaş’ta (Birinci Dünya Savaşı), Türk kayıpların sayısı Ermeni kayıplarından az değildir.

Kabaca, ‘Türk Tezi’ diye bilinen anlatıdır bu. Bu anlatıyı kökünden yadsıyan yaklaşıma göre, 1915 olayları ‘soykırım’dan başka bir kavramla açıklanamaz. ‘İnsanlık dramı’, ‘trajedi’, ‘mukatele’ gibi sözcükler, ancak bu kavramla anlaşılabilecek bir gerçeği gizlemekten öteye gitmez.

‘Soykırım’ kavramı, 1948’deki Roma Konvansiyonu ile birlikte hukuk lügatına da girmiştir. Bu konvansiyonun ilgili maddesi uyarınca soykırım, ulusal, etnik yahut dini bir topluluğun tamamını veya bir kısmını yok etmeye dönük eylemleri kapsar. Bu eylemlerin başlıcaları şunlardır: Sözkonusu topluluğun üyelerini öldürmek. Topluluk üyeleri üzerinde fiziksel yahut zihinsel hasara yol açmak. Hayat şartlarını, topluluğun bir kısmının veya tamamının yok olmasına neden olacak şekilde kısıtlamak. Topluluk içindeki doğumları engellemeye dönük girişimlerde bulunmak. Topluluğa ait çocuklara zorla el koyup başka bir topluluğun tasarrufuna bırakmak vs.

1915 olaylarında bütün bu eylemlerin fazlasıyla gerçekleştiğini savunanların yaklaşımını doğrudan ‘soykırımcı yaklaşım’ olarak nitelemek mümkün. ‘Ermeni tezi’nin başlıca dayanağı olan bu yaklaşıma göre, tehcir kararı Ermeni halkın isyanı veya ‘ihaneti’ üzerine alınmış bir önlem değildir. Sık sık dile getirildiğinin aksine, Van direnişi gibi örnekler tehciri takip eden ve büyük ölçüde tehcire tepki olarak gelişmiş olaylardır. 1915’in arifesinde Ermeni erkek nüfus zaten askere alınmış veya kamplara toplanmış olduğundan, bölge halkı içinde istese de düşmanla işbirliği yapacak kayda değer bir unsur da yoktur; Rus ordusunda rastlanan bir kısım Ermeni, bölge halkından devşirilmiş veya katılmış savaşçılar değil, Rusya Ermenistanı’dan gelmiş askerlerdir. Karşılıklı kayıplara gelince, Büyük Savaş’ın Ermeniler kadar Türklere de muazzam yıkım getirdiği kesindir; fakat Türklerin imparatorluğun değişik cephelerinde maruz kaldığı kayıplardan Ermenilerle yaşanan sınırlı ve marjinal çatışmaları sorumlu tutmak akla ve mantığa uymaz.

Ancak, bu ‘soykırımcı’ yaklaşım için asıl önemli olan şudur: ‘Türk Tezi’nce savunulanın aksine, tehcirin güzergâhı üzerinde merkezi otoritenin hiç denetimi olmadığı doğru değildir; görünürdeki genel asayişsizlik kısmen kendiliğinden ve gerçek olmakla birlikte, önemli ölçüde merkezi ve mahalli otorite tarafından planlanmış hatta teşvik edilmiştir. Kısacası, tehcir boyutundaki bir ‘göçtürme’ hareketi, savaş koşullarının dayattığı askeri gerekçelerle açıklanamaz; düpedüz Ermeni nüfusun Anadolu sathından silinmesinin bir kılıfıdır. Amacın bu olduğu, tehcirin savaş süresiyle sınırlı geçici bir tedbir olarak düşünülmemesinden de bellidir: tehcirin akabinde çıkarılan ve Ermeni halkın bir daha asla geri dönmeyeceğini öngören ‘emvali metruke’ kanunları, bu niyetin açık kanıtıdır.

Bir diğer kanıt da, savaş cepheleriyle hiç ilgisi olmayan bölgelerde yaşayan bir kısım Ermeni halkın da irili ufaklı göçlere tabi tutulmasıdır. 24 Nisan 1915’de tüm Ermeni cemaatinin önderi ve ‘beyni’ sayılabilecek yüzlerce aydın ve seçkinin İstanbul’daki evlerinden toplanarak Çankırı’ya sürülmesi ve bir kaç istisna dışında tamamının öldürülmesi, bu göçlerin ilki ve tabiatıyla şahikasıdır. Ne var ki, İstanbul’da ve bazı Batı vilayetlerinde belirli Ermeni nüfus adacıklarına dokunulmamışsa bunun bir nedeni, tehcirle amaçlananı Batı kamuoyundan—hatta bizzat müttefik Almanya’nın kamuoyundan da—gizleme kaygısıydı, çünkü bu bölgeler Batı merkezlerinin daha bir gözü önünde bulunan mevkilerdeydi.  Tabii bir diğer neden de, bu bölgelerdeki bakiye Ermeni nüfusun zaman içinde kolaylıkla ‘eritilebileceği’ inancıydı ki, günümüzden geriye bakıldığında, gayet doğru çıkmıştır.

‘Soykırımcı yaklaşım’ın başlıca argümanları özetle budur. Bu yaklaşım üzerine kurulu hatırısayılır miktarda bir literatür zaten mevcuttu, fakat 1915’in 100. yılı vesilesiyle, 2015’de bu doğrultudaki yayınların sayısında epey bir artış oldu. Avustralyalı hukukçu Geoffrey Robertson’un o yıl raflara çıkan Uygunsuz bir Soykırım adlı kitabı da bu yayınlardan biridir.

1915’le ilgili tartışmalarda, tarihi incelemelere, belgelere, tanıklıklara vs. atıfta bulunmaksızın ilerlemek elbette mümkün değildir. Fakat tartışmalarda anlamlı bir noktaya varmak için,  ileri sürülen argümanların mantığına ve dayandıkları varsayımlara bakmak da eşit derecede önemlidir.

Robertson’un kitabı, işin bu yanına odaklandığı için, emsalleri arasında dikkat çeken bir çalışma. İçinde tarihsel malzemeye dayalı gözlem ve tespitler de hiç eksik olmamakla beraber, temel tez ve argümanlara yönelik analitik yaklaşımı bu çalışmaya ayrı bir değer katıyor.

‘Soykırım’ nitelemesini reddeden resmi Türk tezi karşısında Robertson’un yaptığı aslında basit. T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın resmi web sitesinde soykırım reddi için verilmiş gerekçeleri alıp tek tek yanıtlıyor. Gerekçeler standart, yanıtlar da büyük ölçüde standart; ve o ölçüde de ikna edici.

Lâkin Robertson’un hedef aldığı sadece T.C. sitesi değil. Bir de, kaçamaklı konuşan, esas konuyu gizlercesine sulandıran, etrafında dolaşan, Robertson’un ‘equivocator’ dediği, ‘idare-i maslahatçı’ bir kesim var. Bu kesim, ‘soykırım’ kavramıyla ifade edilen olgunun gerçekliğine inansın inanmasın—ama çoğu kez inansa da—Türkiye’yi kızdırmamak ve ortak menfaatlerini korumak adına bu kavramı kullanmaktan kaçınan ülkelerden—yahut ülke temsilcilerinden– oluşuyor.

Bu ülkeler yeryüzünde halen çoğunluk olmakla birlikte, İsveç’ten Polonya’ya, Fransa’dan Kanada’ya, Rusya’dan Hollanda’ya, Arjantin’den Şili’ye ve Venezuela’ya dek uluslararası kamuoyunda iyi kötü sesi duyulan çoğu ülke, bu ‘idare-i maslahatçı’ tavrı terkedenlere katılmakta. Son olarak ABD başkanı Biden’in ‘soykırım’ı telaffuz etmesiyle, çember iyice daralmış, bir bakıma iş bitmiş, ‘esas kale’ düşmüş durumda.

Robertson kitabını kaleme aldığında bu ‘kale’ henüz düşmemişti, fakat onun zaten öncelikle hedefine oturttuğu, ikamet ettiği İngiltere’deki hükümetler ki, bugüne dek hemen hepsinin soykırım konusunda Türkiye’nin yanında durduğu söylenebilir.

Kitapta İngiltere’nin bu konudaki tavrına ayrı bir bölüm ayrılmış. O bölümde anlatılanlardan, İngiliz hükümetleri veya meclislerinin ‘Türk tezi’nin gerekçelerinin çoğunu benimser göründüğü anlaşılıyor. Ancak bu benimsemenin ne kadar gerçek, ne kadar görüntü olduğu belirsiz. Robertson, hükümet ve diplomasi yazışmalarından örnekler vererek, çoğu durumda İngiliz yetkililerin Türk tezlerini inanmadan dile getirdiklerini ve ‘yüksek siyaset’ uğruna çelişik ve sıkıntılı hallere düştüklerini belirtiyor. ‘Soykırım’ın onlar için ‘uygunsuz’ olmasının nedeni de bu, Robertson’a göre.    

Justin McCarthy, Heath Lowry ve Bernard Lewis gibi, ‘Türk tezi’nin bir takım gerekçelerinin olgunlaştırılmasında ve uluslararası planda sunulmasında rolü olan yazarlara dönük polemik değerlendirmelere de rastlanıyor aynı bölümde. Bu bağlamda Robertson’un bazı tahlillerine bakmakta fayda var.

Bunlardan biri, ‘soykırım’ kavramının püf noktası olan ‘niyet’in (‘intent’) varlığı meselesiyle ilgili. Bilindiği gibi Ermeni tezi, Osmanlı devletinin Ermeni nüfusunu ortadan kaldırma iradesini gösteren yeterli miktarda tanıklık ve belgenin (Talat Paşa yazışmaları vb) bulunduğunu savunur. Buna karşılık Türk tezi, Ermenilerin ortadan kaldırılmasını açıkça emreden bir belge ortaya konulmadıkça, böyle bir iradenin varlığını reddeder. Bu noktada Robertson’un itirazı bellidir: gözü dönmüş en cani bir yönetim bile, öldürme veya imha emrini belgelemekten kaçınacak akla sahiptir, zaten işini görmek için buna ihtiyacı da yoktur. Nitekim çok daha şeffaf şartları haiz Yahudi soykırımında da, belgelenmiş bu türden emirlere rastlanmaz.

Robertson’a göre burada gerekli olan, belirli bir tümdengelimsel ‘çıkarsama’ (deduction) yönteminin izlenebilmesidir: bir liderin–veya yönetimin– aldığı kararlar ile oluşan vahşet arasında bir mantık zinciri kurulabildiği ölçüde, o liderin niyeti hakkında bir hükme varmak mümkündür; sadece şahsi bir akıl yürütmede değil, pekâlâ hukuk planında da mümkündür bu. Nitekim Robertson, Radovan Karadiç’in yargılanmasında, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICTY: The International Criminal Tribunal for the Former Yugoslavia) tam da bu yöntemi izleyerek karar verdiğine işaret ediyor. Keza, gerek Sudan diktatörü Ömer Beşir’in yargılanmasında, gerek Ruanda davalarında ilgili mahkemelerin aynı yöntemlerle benzer kararlar aldığını öğreniyoruz Robertson’dan.

Uluslararası davaları izleyen bir hukukçu olduğu için, Robertson’un hemen her argüman için türlü davalardan bir örnek vermesi zor değil. Bunlardan biri de, ‘askeri gereklilik’ gerekçesiyle ilgili. Verdiği örnek, gene Yugoslavya’dan: Mladiç ve generalleri, mahkeme önünde müslüman Bosnalılara yaptıkları kıyımları Bosnalılar başkaldırdığı için gerçekleştirdiklerini savunmaya kalkınca, mahkeme savunmalarını reddeder ve mahkumiyet kararı verir. Gerekçe: isyana karşı alınacak polisiye veya askeri her tedbir, isyanın çapı ile orantılı olmak durumundadır; Srebrenika kıyımlarında ise bu orantının esamesi okunmaz. Her halükârda, çoluk çocuk demeden yapılan hiçbir kıyım, askeri bir gerekliliğin gerekçesi olamaz. Hiçbir soykırım, ‘vatan savunması’ değildir; hiçbir ‘vatan savunması’, soykırımı haklı çıkaramaz.

Bu noktada, her kitlesel kıyımın soykırım sayılamayacağını da vurgulamak gerekir. Siyasi motiflerden kaynaklanan pek çok kitlesel kıyım vardır ki, bazen ‘soykırım’ diye nitelenseler de, o terimle tanımlanmaları teknik anlamda doğru değildir.  Sözgelimi, Stalin’in, Mao’nun ya da Pol Pot’un muhalif kesim veya zümrelere uyguladıkları katliamların, can kaybı veya vahşet açısından Ermeni hatta Yahudi soykırımlarından aşağı kalır yanı yoktur; fakat bunlar, ırkçı değil siyasal motiflere dayalı felaketlerdir. Robertson’un belirttiği gibi, ‘’siyasal veya toplumsal grupların imhası, soykırım sayılmaz… General Pinochet binlerce solcuyu öldürünce ‘soykırım’ yapmış olmadı; keza, Taliban ülkedeki tüm eşcinselleri yok etseydi de soykırım suçlusu olmazdı. Klaus Barbie’nin Fransız direnişini imha girişimi de bir soykırım girişimi değildi, nitekim Barbie sonra soykırım değil siyasi kıyım suçundan hüküm giydi… O halde, Hitler’in altı milyon Yahudiyi öldürmesi ‘soykırım’ addedilirken, Stalin’in on milyon köylüyü katletmesi niçin ‘soykırım’ sayılmaz?’’(s.92)

Robertson’un bu soruya yanıtı, biri siyasi, öteki etnik/dini iki ayrı tür (‘politicide’ ve ‘genocide’) kırım arasında yaptığı ayrıma dayanıyor. Bu ayrımın anahtarı da, ‘motif’ kavramı (motive) ile ‘niyet’ kavramı (intent) arasında güttüğü ayrım.  

Ona göre, katliamları gerçekleştirenler siyasal motiflerle hareket etseler de, düpedüz ırkçı niyetlere sahip olabilirler. Yani bir katliam, siyasal motiflerle gerçekleşmiş görünse bile, gerçekleşme imkânını ırkçı bir niyette bulmuşsa, o katliam soykırımdır. Robertson’un daha yakın zamanlardan verdiği bir örnekte, Ruanda yargılamalarıyla ilgili mahkemenin aldığı bir karar da bu ayrım üzerine kuruludur: Tutsileri katletmiş bir Hutu, suçunun soykırım olarak nitelenemeyeceğini, çünkü öldürdüklerine ırklarından nefret ettiği için değil, iş rakibi oldukları için kıydığını savunur. Ama mahkeme adamın niyetinin Tutsileri bir grup olarak ortadan kaldırmak olduğuna, motifinin ise konuyla alâkası bulunmadığına hükmeder.(s.107)

1915 olaylarıyla ilgili değerlendirmelerde de, ‘motif’ ile ‘niyet’ arasındaki bu ayrımın gözden kaçırılmaması önemlidir: sözgelimi, ‘Türk tezi’ne göre, Ermenilerin göç ve kıyımlara maruz kalmasının nedeni ırkları değil izledikleri siyasettir: devlete başkaldırmışlardır, düşmanla işbirliği yapmışlardır vs. Bu demektir ki Türkler Ermenileri öldürdüyse, nedeni esasen siyasidir (ya da, kimi Türk için, katliamcı Hutu’nun durumunda olduğu gibi, neden düpedüz ‘adi’ de olabilir—Ermenilerin mallarına mülklerine, hatta kadınlarına çocuklarına göz koymak gibi, örneğin). Bu anlamda 1915 olaylarına istinaden bir ‘kırım’dan bahsedilecekse, bu olsa olsa siyasi bir kırımdır, bir ‘soykırım’ değil. O halde ‘Ermeni kırımı’nı Yahudi soykırımından ziyade, Stalin’in, Mao’nun ya da Pol Pot’un kırımlarıyla aynı kategoride düşünmek gerekir.

‘Türk tezi’nin vardığı yahut varacağı sonuç budur. Oysa Robertson’a göre bu çıkarım yanlıştır: Osmanlı devleti (ve taşeronları), Ermenileri şu veya bu siyasi yahut askeri endişeyle değil, Ermeni oldukları için öldürmüş/öldürtmüştür. ‘Motifleri’ siyasi (hatta bir ölçüde ‘adi’) olabilir, ancak ‘niyeti’ bir etnik topluluğun tamamına dönüktür; bu topluluğun haritadan bir topluluk olarak silinmesiyle ilgilidir. Şu halde siyasi bir kırım değil, düpedüz bir soy kırımıdır burada sözkonusu olan (Yani bir ‘politicide’ değil, bir ‘genocide’).

Peki bu vaziyet, Ermeni ve Yahudi soykırımlarının aynı kefeye konmasını mümkün kılar mı? Robertson’un da teslim ettiği gibi, Yahudi soykırımının başka hiçbir kırımla kıyaslanamayacak benzersiz yönleri vardır kuşkusuz. Her şey bir yana, yalnız Almanya’da değil tüm Batı’da Yahudi düşmanlığının köklü ve uzun bir mazisi olduğu malum. Türkiye coğrafyasında ise Ermenilere dönük böyle keskin bir düşmanlığın olmadığı düşünülür. Bu genellikle doğrudur, ancak bu coğrafyaya hakim Türk/Müslüman kültürün esas gücünü Ermeniler de dahil tüm Hıristiyan ve gayrımüslim tebası üzerinde kurduğu üstünlükten aldığı, bu üstünlüğün de kaçınılmaz bir ayrımcılığı öngördüğü unutulmamalı. Menfaatlerin çatıştığı en basit hallerde bile, bu ayrımcılığın kolaylıkla nasıl kin ve nefret dalgalarına yol açabileceği tarihteki bol örnekleriyle sabit.

Diğer taraftan, Yahudi düşmanlığının gökten zembille inmediği, karşılığı olan veya olmayan türlü korkulardan türediği yahut beslendiği de unutulmamalı. Bir yönüyle Türkleri Ermenileri yok etmeye sevkeden, Balkan bozgunlarının ardından Anadolu’ya sıkışıp kalacakları, bir de Anadolu’yu kaybederlerse yurtsuz/vatansız ortada kalakalacakları korkusuydu. 20. Yüzyıl bağlamında, Almanları Yahudileri yok etmeye sevkeden ise, böyle bir yurtsuz/topraksız kalma korkusu değildi şüphesiz. Onları soykırım fikrine hazırlayan  neden, kendi ırklarının—Aryan ırkının—üstünlüğüne olan inançlarıydı. Fakat asıl cürüme götüren neden, bu kör inancın da ötesinde, içine düştükleri korku çukuruydu. Robertson’un da belirtttiği gibi, Naziler Yahudilerin dünyayı en azından ahlâken, iktisaden ve kültürel olarak ele geçireceği ve bir şekilde rehin veya esir alacağı vehmine kapılmıştı.(s.94) Tabiatıyla, Yahudilerin zengin kesimine duydukları haseti ve bu kesimin uhdesindeki servete el koyma hırsını da hem kamçılayan hem gizleyen bir korkuydu onlarınki. Bu açıdan bakıldığında, gerek İttihat ve Terakki mensuplarının gerek Nazilerin tehdit algılarının birbirine hiç benzemez korkulardan kaynaklandığını ileri sürmek zor.

Robertson, ister soy/ırk ister siyaset temelli olsun, sonuçta tüm kırımların birer insanlık suçu olduğunu, ancak ırk temelli kırımın–yani soykırımın–diğer kitlesel suçlardan ayrı tutulması gerektiğini savunuyor. Nedeni açık: siyasetin tartışılabilir ve insan iradesine dayalı bir yönü vardır; oysa insanın soyu sopu dini üzerinde bir denetim imkânı yoktur; bunlar insanın doğumundan itibaren iradesi dışında kalan verilerdir. Siyasi katliamlar etnik katliamlar kadar kanlı olabilir; fakat etnik katliamlar siyasi katliamlardan daha kördür. Başka bir deyişle, etnik katliamlar fitili tutuşturulması daha kolay, kontrol altına alınması da daha zor hadiselerdir. Onun içindir ki, etnik kutuplaşmaya karşı düşünülen ve alınan önlemler, siyasal kutuplaşma için öngörülen tedbirlerden daha sıkı tutulmuştur. Nitekim ilgili yasalara, sözleşmelere ve hukuki teamüllere de yansımış bir durumdur bu: siyasal tartışmalarda nefret söylemi şiddete dökülmediği sürece hoş görülürken, etnik tartışmalarda nefret söylemi şiddete dökülmeden dahi sınırlandırılır ve cezalandırılır; etnik konularda çoğu kez ifade özgürlüğü ilkesinden feragat edilmesinin nedeni de budur.(s.210)

Şu halde, eğer kitlesel kırımlarda ‘beterin beteri’ diye bir şey varsa, en beteri etnik temelli kırımdır, yani soykırımdır. Ancak, eğer soykırım en büyük suçsa, etnik temelli diğer suçlarla karıştırılmaması da önemlidir. Robertson, çoğu kere ‘etnik temizlik’ kavramının ‘soykırım’ yerine, ‘tehcir’ (yahut ‘nüfus kaydırması’; ‘relocation’) kavramının da etnik temizlik yerine kullanıldığına işaret ediyor. Ona göre, bu kavramların hepsi ‘insanlık suçu’ kapsamına girse de, içerdikleri ‘niyet’ öğesinin derecesine göre farklı gerçeklikleri ifade eder; dolayısıyla da birbiri yerine kullanılmaları yanıltıcıdır, hatta aldatmacadır.

Diğer taraftan, ‘tehcir’ veya ‘etnik temizlik’ gibi kavramlardan farklı olarak, ‘soykırım’ın hukuki bir terim olduğu unutulmamalı. Bilindiği gibi, bu durum ‘Türk tezi’nin ısrarla üzerinde durduğu bir husustur: ‘Soykırım’ terimi, 1948’de Birleşmiş Milletler kararıyla tedavüle girmiş, bu tarihten sonra gerçekleşebilecek soykırımlara karşı caydırıcı bir etken olarak, Türkiye’nin de onayladığı şekilde uluslararası hukukta yerini almıştır; ancak hukukun geriye işletilemeyeceği ilkesi uyarınca, 1948’den önceki olaylara dönük hüküm kurmanın aracı olamaz. Böylece 1915 olaylarının soykırım yasasıyla yargıya taşınması mümkün değildir.  

Ermeni tezini savunanların bu argümana karşı değişik yollar izlediği biliniyor. Bir kısmı, soykırım konusunda hukukun pekâlâ geriye işletilebileceğini ileri sürmüştür. Bir kısmı ise, 1948 öncesinde varolan uluslararası örfi hukuktan jenerik bir soykırım yasası türetmeyi denemiştir. Robertson’un bu girişimlere mesafeli yaklaştığı ve fazla itibar etmediği anlaşılıyor. Ona göre soykırım kavramı hukuki bir araç olarak 1915’e uygulanamaz; kaldı ki uygulanabilse bile, bu kavramla suçlanabilecek kimse kalmamıştır artık hayatta.(s.174) Üstelik, devlet olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın ne anlamda ve ne kadar mirasçısı olduğu tartışmalıdır (Robertson, pekâlâ mirasçısı olduğu tezine yakın duruyor; şimdilerde bizzat Türklerden Osmanlı’ya bu kadar sahip çıkan varken, çok da haksız sayılmaz!).

Ne var ki, ‘soykırım’ yalnızca hukuki bir kavram değildir; dolayısıyla da etik ve tarihsel planda 1915’e uygulanmaması için hiçbir neden yoktur. Haliyle Robertson, bu kavramın 1915’deki tabloya tam tamına oturduğu, soykırım kavramı olmaksızın 1915 olaylarının tatminkâr şekilde açıklanamayacağı kanısındadır.

Robertson’un tahlillerinin Ermeni tezinin bazı standart argümanlarından ayrıldığı düşünülebilir. Örneğin Ermeni tezi, tazminat konuları gibi maddi sorunların çözümü için ‘soykırım’ın dünya kamuoyunca tanınmasına büyük önem atfeder; oysa Robertson’a göre tanınma öncelikle tarafların etik duruşları ve psikolojik ihtiyaçları bakımından önemlidir; tazminatlar ve sair maddi taleplerin çözümü ise, ‘soykırım’ kadar kapsamlı olmayan, ancak ondan daha eski ve köklü ‘insanlık suçu’ sözleşmeleri ve yasalarında aranmalıdır; dahası, bizzat medeni hukuk ve mülkiyet haklarıyla ilgili yasaların çözüme dönük potansiyeli de daha iyi araştırılmalıdır.

Kabul etmek gerekir ki Robertson’un bazı analiz ve önerileri, uluslararası sözleşmelere ilişkin uzmanlık ve hukuk formasyonu gerektiren girift argümanlara dayanıyor. ‘Türk tezi’, 1915 olaylarının değerlendirilmesinde son sözün tarihçilere bırakılması gerektiğini söyler durur; halbuki son sözü söyleyecek birileri varsa, onlar hukukçulardır—tabii güç ilişkilerinin baskı ve dayatmalarından ‘söz’e fırsat kalırsa, ya da kaldığı kadarıyla.  Soykırım gerçeğiyle yüzleşmek, ‘Türk tezi’ni savunanlara zor veya imkânsız gelebilir, fakat en azından hukuk katında Robertson’un argümanlarıyla yüzleşmeyi deneyebilirler. Bunu yapabildikleri ölçüde, kendi konumlarını gözden geçirmeleri ve bazı ezber ve çelişkilerinden arınmaları da belki mümkündür, kimbilir.

                                          *          *          *

Robertson’un kitabı, ‘soykırım tezi’ni güçlü şekilde savunmakla birlikte, Ermenilerin her söylediğini, her yaptığını onaylayan bir yapıt değil. İçinde bir takım uyarı ve eleştiriler de var.

Bunlardan biri, bazı Ermenilerin kendi davalarına uluslararası arenada destek bulmak uğruna, sağcı ve faşist nitelikli unsurlara yanaşmasıyla ilgili. Özellikle ABD’deki Yahudi lobisinin izlediği stratejiyi hatırlatan bir davranış bu. Bilindiği gibi, bu strateji Hıristiyanlıkla Yahudiliği Müslümanlığa karşı ortak bir zeminde buluşturmayı, aralarında bir tür ‘simbiyoz’ oluşturmayı amaçlamakta. Aslında anti-semitizmin en güçlü damarı pekâlâ Hıristiyanlıkta bulunmasına rağmen, başta Evanjelistler olmak üzere belirli Hıristiyan cemaatlerinden gördüğü yoğun desteğe bakılırsa, bu stratejinin hayli başarılı olduğu açık. Bazı Ermeni guruplarının da benzer bir yola saptığı, ‘’Hıristiyan Ermenilere Müslüman Soykırımı!’’ nidalarıyla 1915’i Batı’da kabaran islamofobi dalgasının önüne kattığı gözlemlenmekte. Robertson, bu tür fırsatçı ve ilkesiz girişimlerden duyduğu rahatsızlığı belirtmeden geçmiyor.(s.155)   

Robertson’un bir eleştirisi de, soykırım inkârcılığının nasıl bir muameleye tabi tutulacağı hakkında. Ona göre, ‘soykırım’ kavramını reddetmenin suç sayılması ve para hatta hapis cezasına çarptırılması yönündeki ısrarlı Ermeni talebinin, derin bir psikolojik ihtiyaca cevap vermekle birlikte, ister istemez ifade özgürlüğü ilkesiyle bir noktada çeliştiği kesin: ‘’Bir fikir ne kadar sarsıcı veya iğrenç olursa olsun, şiddete ve ırkçı çatışmaya açık bir çağrı niteliği taşımadığı sürece, demokratik bir düzende o fikri savunanların soruşturma veya tutuklama gibi uygulamalara maruz kalmaması esastır.’’(s.195) Ayrıca, konu hele ‘soykırım’sa, aykırı fikir yahut kuramlara dönük sınırlamaların ilgili tarih incelemelerine gölge düşürmesi de kaçınılmazdır. Robertson, 2007’de İspanya Anayasa Mahkemesi’nin tam da bu gerekçelerle soykırım inkârcılığını yasaklama talebini reddettiğine işaret ediyor ve bunun doğru bir karar olduğunu vurgulayıp, Hrant Dink’in de bu kararı destekler bir pozisyonda bulunduğunu hatırlatıyor.(s.209)

Robertson’a göre, soykırım inkârcılığını yasaklatmakta israr etmenin Ermenilere pratikte bir faydası yok, aksine zararı var. Bir kere, bu yaklaşım onları Türkiye’de soykırım sözcüğüne yasak koyanlarla aynı duruma düşürüyor. Dahası, böyle bir yaklaşım soykırım inkârcılarına bedavadan bir mağduriyet bahşediyor; Avrupa seferine çıkan Doğu Perinçek örneğinde olduğu gibi, onlara ifade özgürlüğünün bayraktarı veya gazisi gibi boy gösterme fırsatı veriyor. Hoş, ifade özgürlüğünden pek nasibi olmayan Türkiye’nin sırası geldiğinde birden ifade özgürlükçüsü kesilmesindeki ironi kimsenin gözünden kaçacak gibi değil, ama bu, Türkiye’yi temsilen ortaya atılanların hemen her platformda söz almalarına ve hukuk katında beraat kararlarıyla taçlanmalarına bir engel oluşturmuyor.

Ermenilerin–özellikle diaspora Ermenilerinin–Robertson’un bu ve benzeri uyarılarına pek kulak astığı söylenemez. Daha geçenlerde, Fransa’nın Marsilya kentinden bir kaç milletvekili, Ermeni asıllı seçmenlerini tatmin etmek üzere, soykırım inkârcılığını cezalandıran bir yasa tasarısını yine parlamentoya sundu. Bu tür tasarıların ardı arkası kesilmiyor. Son 24 Nisan anması vesilesiyle yakınlarda yayınlanan 12 maddelik bir bildiride de, aynı talep yer alıyor. Fakat bu bildiride, Ermenistan dahil hiçbir ülkenin parlamentosuna sunulması mümkün olmayan talepler de var. Bu noktada durup, bu taleplerden birine kısaca bakmak faydalı olabilir.

‘Ağ Devleti’ adlı sivil bir girişimce kaleme alınmış ve Türkçeye de çevrilmiş bu bildirinin altında Erivan’da ikamet eden Vahram Ayvazyan adlı genç bir araştırmacının imzası var(‘Ağ Devleti’ ile ilgili Ayvazyan’ın detaylı bir yazısı için bkz: ‘’Network State: The New Armenian Vision’’, The Armenian Mirror-Spectator, 24 Şubat 2021). Bildirinin Ermenistan hükümetine mesafeli olduğu (6ıncı madde) ve ‘Dünya Ermenileri’ derken, esasen diyasporaya hitap etmeyi hedeflediği anlaşılıyor.

Bildirinin bir kısım maddesi, soykırımın Türkiye de dahil tüm ülkelerce tanınması, soykırım gerçeğinin okullarda okutulması, maddi ve manevi tazminatlar gibi, tüm Ermeni dünyasının ortak istekleriyle ilgili (7inci, 8inci ve 12inci maddeler). Fakat bildiride bir talep var ki, gönlünden geçse bile aklı başında hiçbir Ermeninin altına imza koymayacağı bir hadiseler dizisini öngörüyor.

Bu talep, Moskova (16 Mart 1921) ve Kars (13 Ekim 1921) anlaşmalarının, ‘’uluslararası hukukun tanınmayan tarafları arasında imzalanmış olmaları’’ nedeniyle geçersiz sayılması ve ‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıldır Ermeni devleti topraklarını tüm siyasi ve hukuki sonuçlarıyla birlikte işgal ettiği’’nin kabul edilmesidir (8inci ve 9uncu maddeler). Türkiye’nin ‘işgalci’ konumu ise 5. Maddedeki şu tespite dayanır görünmektedir: ‘’Ermeni Soykırımı sonucunda Ermeni milleti kendi medeniyet beşiği olan topraklarından mahrum bırakılmıştır.’’

Bu topraklardan kastedilen, minimalist bir tarifle Türkiye’nin Doğu vilayetlerinin tamamını, Güneydoğu vilayetlerinin ise büyük bölümünü kapsayan büyük coğrafyadır. Bu tespite diyecek yok: doğrudur, bu coğrafya Ermenilerin ‘’medeniyet beşiği’’nin merkezidir; bu anlamda Ermenilerin özyurdudur.

Türkiye bugün bu gerçeği görse ve ona göre davransa, topraklarındaki Ermeni geçmişini yok etmek yahut gizlemek yerine, bu geçmişi anmanın ve canlandırmanın yollarını arasa, göstermelik ve ‘turistik’ jestlerle de yetinmeyip, bu doğrultuda ciddi bir irade gösterse, en doğrusunu yapmış olur kuşkusuz. Ne var ki, bu işi mükemmelen gerçekleştirdiğini bir an için düşündürtebilecek ideal bir durumda dahi, Türkiye’nin bu bildirideki talebi karşılayacağı şüphelidir.

Bildirideki üç madde (5inci madde ile birlikte 8inci ve 9uncu maddeler) alt alta konunca, asıl talebin işgal altındaki Ermeni yurdunun ‘Ermeni milleti’ne (Ermeni milletini temsilen de Ermenistan Cumhuriyeti’ne) iadesi olduğu sonucuna varmak zor değil. En azından, bildiride karşı bir hüküm bulunmadığına göre, bu sonuca varmak mümkün. Eğer bu çıkarım doğruysa, bunun Türkçesi Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasıdır; Türkiye’deki yerleşik tabiriyle, ‘Sevr’in diriltilmesi’dir.

Şurası açık ki, böyle bir talep her şeyden önce bildirideki diğer taleplerle çelişir, çünkü tarafların birbirini dinlemesine ve ortak bir noktada buluşmasına imkan verebilecek bir zemini başından ve peşinen ortadan kaldıran bir taleptir. Oysa diğerleri, pekâlâ bu zeminde tartışılabilecek taleplerdir.

Doğrudan harita değişikliğini öngören bu siyasi talep, elbette yeni değildir ve her vesileyle tekrarlanıp durur. Yalnız bu sefer, bildirideki yalın ve sert satırların arasında daha bir rövanşist, intikamcı duygu yoğunluğu seziliyor. Türkiye’nin son Ermenistan-Azerbaycan savaşında aldığı aktif role duyulan anlaşılır öfkenin bunda bir payı olsa gerek.

Yalnız Türkler değil Ermeniler arasında da bu bildiriyi fantezi bir metin olarak niteleyenler çıkacaktır. Doğrudur, ilhamını fanteziden alan bir metindir. Ama fantezi olması, ciddiye alınmaması gerektiği anlamına gelmez. Herkesin fanteziye ihtiyacı var; ufak ve kuytu coğrafyalara sıkıştırılmış toplulukların daha da var.

Buralara kadar geldik, bari bu fantezi üzerinden biraz daha ilerleyelim. Üşenmeyelim, önce şu sorulardan başlayalım: bir toprak parçasına ilk yerleşmiş, en azından orada bugün hâlâ izleri görülebilen hatırısayılır medeniyetler kurmuş bir kavim, o toprağın her daim sahibi midir? Eğer o toprak yüzyıllar boyunca her türlü işgalden korunabilmiş ve hem nüfus hem kültür terkibi bakımından hiçbir değişikliğe uğramamışsa, kuşkusuz ki evet. Fakat bunun tarihte bir örneği yok: hemen hiç bir toprak parçası ‘ilk’ sahibine kalmış değildir; yönetenler ve hakimiyet kuranlar da daima sonradan gelenler olmuştur. Sözkonusu toprakta, kendi uzun ve zengin tarihinden kaynaklanan ‘ilk sahibin’ bir hakkı vardır; öte yandan, o toprağı işleyen ve yöneten ‘son sahibin’ de bir hakkı vardır. O halde sorun, bu karşıt hakların birbiriyle nasıl bağdaşabildiğidir. Hakların dengelenmesinde, tarih mi belirleyicidir, yoksa coğrafya mı, ya da daha özgül planda, demografi mi?

Bu sorunun cevabı hiç basit değildir, fakat mantık ve sağduyu, sözkonusu toprakta doğmuş, büyümüş ve halen ikâmet etmekte olanlar her kimse, o toprağın denetim ve tasarrufunda önceliğin de onlara ait olduğunu söyler. Ancak bu önceliğin onlara belirli sorumluluklar yüklediği de açıktır. ‘Yeni sahipler’, ‘eski sahipler’in tarihini ve kimliğini tanımakla, hak ve hukukunu korumakla yükümlüdür. Hele, paylaşılan topraktan bir zaman önce sürülmüş, kovulmuş bir kadim halk çıkıp da  hak talebinde bulunuyorsa, bu yükümlülüğünü yerine getirmek boynunun borcudur ‘yeni sahipler’in.

Ne var ki, bir noktada her şey karşılıklı anlayışa bakar. Ortak vatanın eski sahipleri, yeni sahiplerinin kapısını çalıp, ‘’bu ev benim, çık buradan’’ dediği vakit, ikna, tartışma, ödün, onay gibi kavramlara dayalı tüm değerlerin yerini yalın güç ilişkilerine bırakması ve ardından sonsuz bir şiddet ve savaş sarmalında kaybolması kaçınılmazdır. Vahram Ayvazyan gibi bazı radikallerin bildirileri, bunu açıkça göze aldıklarını düşündürtüyor bazen. O nedenle, her Ermeni talebinden tüy kapan bazı Türklerin de, bu tür bildirileri savaş tamtamları gibi duyup tepki vermeleri boşuna değil.

Diyelim ki Vahram Ayvazyan ve yoldaşları dünya Ermenilerini arkasına topladı ve bir yolunu bulup Türkiye’nin Doğu vilayetlerini ele geçirdi ya da, uluslararötesi bir (‘emperyal’) güç bu vilayetleri işgal edip Ermenilere (yahut Ermenistan’a) hediye etti. İyi de, Ermeniler kadim Ermenistan ülkesini orada nasıl kuracak? Hangi nüfusla, kime karşı? Hadi Türkleri bir tarafa koyalım. O bölgede yaşayan Kürtleri ne yapacak, onlarla nasıl baş edecek? ‘’Allah selamet versin, Tanrı yardımcıları olsun!’’ demekten başka ne söylenebilir? İşlerinin hiç de kolay olmayacağı açık. Çok sıkıştıklarında, Türk komşularından bile yardım istemeyecekleri ne malum?

Ermenilerin ‘Büyük Ermenistan’ı (yahut ‘Batı Ermenistanı’nı) nasıl kuracaklarını tasavvur etmek için, daha fazla fanteziye gerek yok aslında. Neler olabileceğini görmek için, uzağa bakmaya da gerek yok; İsrail örneği tüm açılımları ve trajedisiyle gözümüzün önünde duruyor. Kuşkusuz, bir çok yönüyle emsalsiz bir örnektir bu. 20. Yüzyılın başında, Museviler Filistin nüfusunun ufak bir yüzdesini oluşturuyordu. Fakat 2. Dünya savaşı ertesinde, uluslararası destek, sermaye, siyasi örgütlenme, bilgi ve teknoloji gibi etkenlerin olağandışı  şekilde bir araya gelmesiyle, bu küçük Musevi nüfusu hızla artarak Filistin’in hakimi olmayı başardı.

20. Yüzyıl başında Doğu Anadolu Ermenileri de bölge nüfusu içinde azınlıktaydılar, fakat Filistin Musevilerine oranla daha önemli bir kitleyi teşkil ediyorlardı. Ancak Doğu Anadolu’da hakimiyet kurmaları mümkün değildi, çünkü Ermeni halkında bu yönde güçlü bir irade henüz oluşmamıştı. Ayrıca uluslararası konjonktür çok farklıydı: Musevilere 2. Dünya savaşı ertesinde açılan kapı, Cihan harbinin sıcak günlerinde Ermenilere kapalıydı.

Günümüzde de bu kapı sımsıkı kapalıdır; daha doğrusu böyle bir kapının mevcudiyetinden bahsetmek bile bizi aynı fantezi dünyasına götürür. Fakat bir an için bu dünyada kalıp, Ermenilerin Doğu Anadolu’da egemenlik kurmaya çalıştığını, bu çabasında da bol para, siyasi destek ve biyonik asker gibi her türlü imkandan hiç mahrum kalmadığını, böylece bölge halkını dize getirdiğini varsayalım. Sonuç ne olur?

Sonucun, İsrail’de giderek belirginleşen aparteid benzeri bir düzen olmaması için fazla bir neden yok. Tersine, araya bir de ‘intikam’ faktörü gireceği için, bu düzenin İsrail’dekinden dahi vahim olabileceği düşünülebilir, zira İsraillilerin soykırım için Filistinlilerden soracağı bir hesap yokken, Ermenilerin Türkler ve Kürtlerle göreceği hesaplar vardır.

Kısacası, bir an için gerçekleştiği tahayyül edildiğinde, ‘Büyük Ermenistan’ hülyasının bölgenin yerleşik halklarını iyice zora sokacağını ve kabarık göç dalgalarına yol açacağını kestirmek zor değil. Gerçekleştiği takdirde, bu hülyanın bizzat Ermeniler için de ne kadar hayırlı olacağı şüphelidir tabii. İsrail örneği, öncelikle burada önemlidir: benzer bir hülya uğruna, mutlak muktedir olup da sürekli tetikte ve teyakkuz durumunda yaşamanın ne menem bir şey olduğunu anlatan katıksız bir örnektir bu.

Robertson’un, Ermenilerin bazı talep ve yorumlarına nasıl itibar etmiyorsa, bu hayallerine de pek ortak olmadığı görülüyor. Ancak, Türklerin Ermenilerle nihai bir anlaşma ve barış olanaklarından bahsederken, Türkiye’nin bir ‘jest’ yaparak Ağrı dağını Ermenistan’a vermesini öneriyor. Şüphesiz Ermenileri yürekten fethedecek bir öneri bu, zira Ağrı dağının Ermeni dünyasındaki yeri apayrıdır. Ağrı dağı, yalnız Ermeni zihninin üzerinde değil, bizzat başkent Erivan’ın da üzerinde Tanrı’nın gölgesi gibi durur.

‘Kan parası’ niyetine Ağrı dağı! Robertson’un aklındaki buna benzer bir fikir midir, bilinmez. Ancak bu fikri geçerken dahi olsa telaffuz etmesi, onun da her zaman hayal aleminin dışında kalmadığına bir işaret. Kan parası fikri pek hoş değil, ama Robertson’un belki kasdettiği, gönül almak için verilen bir hediyedir.

Keşke, gönül almak için koca dağları hediye etmenin mümkün olduğu bir dünya olsa gezegenimiz! Eski çağlarda, krallar, prensler bunu yapmaya muktedirdi; bir sevda, bir evlilik için bile devasa vilayetler el değiştirir, kıta büyüklüğünde toprak parçaları değiş tokuş edilir, alınır, satılırdı. Kimbilir, toprak üzerindeki mülkiyet ve hakimiyetin anlamını yitirdiği, devletlerin salt kamu işlerini yürüten belediye benzeri organlara dönüştüğü, insanların vizesiz ve pasaportsuz seyahat edebildiği gelecekteki bir çağda, bu tür alışverişler belki gene mümkün olur—üstelik bu sefer kralların, prenslerin keyif ve iradesine bağlı kalmadan. Ama ülkeler ve kıtalar arasındaki sınırların sımsıkı korunduğu, hatta yüksek duvarlarla tahkim edildiği günümüzde, ulusal sınırları ‘jest olarak’ bir santim dahi oynatacak ne bir hükümet, ne de lider mevcuttur. Bunu yalnız Türkiye’deki gibi faşizan ve otoriter rejimlerden değil, en ileri demokrasilerden bile beklemek abestir.

                                      *             *             *

İsrail örneğinin de gösterdiği gibi, en büyük mağdurlar acımasız zalimlere dönüşebiliyor. Gücü bulan taraf, zayıf düşen tarafın ensesine biniyor. Bunu yaparken, eğer geçmişinde derin bir mağduriyet yaşamışsa, bunu yeni kurduğu hakimiyetin aracı, hatta tecavüz ve sömürüsünün en etkin silahı gibi kullanmaktan geri durmuyor. Sahip/köle diyalektiğini hatırlatan bir durum–ve herhalde onun kadar trajik.

Ancak, insan davranışları arasında güç ve hükmetme kadar  dayanışma ve yardımlaşma gibi hasletler de var. İnsan varoluşunun sürdürülmesi için vazgeçilmez özellikler bunlar. Etik ve ahlak sistemleri de, bu hasletlerin gereği olarak ortaya çıkıyor ve gelişiyor. Hükmetme derinleştikçe, dayanışmanın da boyutu değişiyor, çıtası yükseliyor. Çok değil, yarım yüzyıl önce bile hayvanlara dönük eziyet ve sömürü dikkate alınmaz hatta hemen hiç farkedilmez bir olgu iken, günümüzde hayvanları korumak üzere yeni suçlar tanımlanıyor ve ardı ardına ceza yasaları çıkarılıyor. Yüzyıl önce, İstanbul’da şehremini sokak köpeklerini toplayıp toplayıp ıssız bir adaya attığında, birbirlerini yiyen köpeklerin ulumalarına çok az insan tepki gösterir, pek çoğu ise onaylardı. Günümüzde ise malum, kıyametler kopar: böyle bir işe kalkışmak hangi belediyenin haddine!

Benzetmek gibi olmasın ama, soykırım olgusu için de durum pek farklı değildir. Tarihte soykırım benzeri hadiseler elbette hiç eksik olmadı. Genellikle de bu hadiseler çoğunluk tarafından onaylanmış, hiç değilse boş gözlerle seyredilegelmiştir. Robertson’un da dediği gibi, ‘’erken medeniyetlerde, soykırım askeri ve stratejik başarının pekâlâ bir işareti’’ sayılabiliyordu.(s.224) Ama genelgeçer değer ve normların evrimi karşısında, en duyarsız kesimler arasında dahi ‘soykırım’ kavramıyla ifade edilen vahşet türlerine kayıtsız kalmak giderek zorlaşmakta.

Ne var ki, sözkonusu evrimi ‘’insanlığın barbarlıktan uygarlığa doğru şaşmaz yürüyüşü’’ gibi düşünmek doğru olmaz, çünkü yönünü sık sık şaşıran bir yürüyüştür bu. Fakat asıl önemlisi, barbarlıkla uygarlık arasındaki ikircikli ilişkidir. Sygmunt Bauman, Modernite ve Holokost adlı eserinde, işbölümü, bürokrasi, hiyerarşi, denetim ve regülasyon gibi olgulardaki artışı, modern dünyanın belirleyici unsurları olarak tanımlar. Ona göre, genellikle pozitif gelişmeler olarak değerlendirilen bu unsurlar, çağdaş yaşamın bazı temel eğilimleriyle bir araya gelince, ortaya hiç de masum olmayan, hafife alınmayacak sonuçlar çıkar. Özellikle yabancı, sağlıksız ve tehlikeli görünen her şeyden kaçma ve arınma, mutlak bir güvenlik (ve hijyen) arayışına kapılma gibi eğilimler, başta Yahudi soykırımı olmak üzere, çağımızda tanık olduğumuz kitlesel cürümlerin hazırlayıcısı sayılabilecek etkenlerdir. Kısacası, Bauman’a göre ‘Holokost’, Yahudi tarihi yahut Batı veya daha özgül olarak Alman uygarlığı vs. ile açıklanacak bir hadise değildir; bu anlamda modernitenin başına gelmiş bir ‘yol kazası’ değil, bir yönüyle bizzat modernitenin ürettiği bir olaydır.

Bauman’ın Holokost analizi, büyük ölçüde Theodor Adorno’nun Aydınlanma ve modernite eleştirisine dayanır; dolayısıyla Adorno’ya yöneltilebilecek itirazlar o ölçüde Bauman için de geçerlidir. Ancak gerek Adorno’nun gerek Bauman’ın tahlillerinde fazla itiraz görmeyecek bir temel önkabul vardır ki o da, insan türünün yukarıda değindiğimiz ‘plastik’ niteliğiyle ilgili vaziyettir: tamamen şartlara bağlı olarak, insan iyi de olabilir kötü de. Zorda kalanın kafasını ezebilir de, ona yardım elini uzatabilir de. Komşusunu, dostunu öldürebilir de, koruyabilir de. Dünün mazlumunun bugünün zalimi, bugünün zaliminin yarının mazlumu oluvermesinde de, bu ‘plastik’ özelliğin bir rolü bulunsa gerek.

Ermeniler, Türkleri atalarının yaptığı soykırım için, ama daha da vahimi, bu soykırımı hâlâ inatla reddettikleri için suçluyorlar ve suçlamaya da devam edecekler. Ama bunu,  modernitenin arkasına saklanma ve onun arkasından konuşma konforu ve konformizmine düşmeden, Türkleri Türk oldukları için değil, insan oldukları için suçladıklarını unutmamalarında fayda var. Türk olarak değil, insan olarak suçlandıklarını bilmenin ise, Türklerin soykırım gerçeğiyle yüzleşmelerini kolaylaştıracağı açık.

____________________________________________

Bu yazı, 17 Haziran 2021’de K24 sitesinde yayınlanmıştır.

‘Soykırım’da Son Perde

Nisan 30, 2021

Nihayet beklenen oldu ve ABD başkanı Biden, 1915 Ermeni olaylarının 106. yılını anarken, o sihirli sözcüğü telaffuz etti. Başkanın 1915’i resmen ‘soykırım’ olarak tanıması, kuşkusuz siyasi bir adımın ifadesidir. Başkanın bu adımı atmasında, kendi seçmeninin baskısı ve Türkiye’yi ‘cezalandırma’ arzusu gibi etkenlerin önemli rolü olduğu tartışma götürmez. Fakat Türkiye’de yaygın şekilde sanıldığının ve savunulduğunun aksine, ABD başkanının ‘soykırım’ sözcüğünü kullanması, sadece siyasi hesapların değil, bu sözcüğün 1915’in doğru adı olduğuna gerçekten inanmasının da bir sonucudur. Bugüne kadar ABD başkanlarını inandıklarını söylemekten alıkoyan siyasetti, ama aynı siyaset, değişen dengeler nedeniyle, bu sefer şimdiki başkana inandığını söyleme imkânı verdi.

Hiç şüphesiz ki, ABD ile Türkiye arasındaki dengelerin bozulması, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde yalnızlaşmasının bir neticesidir. Bu neticeye varılmasında, AKP iktidarı ve ‘şahsı’ Recep Tayyip Erdoğan birinci derecede sorumludur. Biden’ın ağzından çıkan ‘soykırım’ sözcüğü, S-400’lerden Suriye’ye dek dışarıda izlenen sorunlu politikaların bedelidir. Keza, içeride parti ve belediye başkanlarının, milletvekillerinin, gazetecilerin ve sivil toplum önderlerinin hapislerde süründürülmesi gibi tasarrufların da bedelidir bu sözcük (Türkiye’nin dronları ve paralı mücahitleriyle Azerbaycan-Ermenistan savaşına doğrudan müdahil olması da hesabın içindedir muhakkak). Çok muhtemeldir ki, bütün bunlar yaşanmasaydı, ABD başkanı bu sene de dilinin ucundaki sözcüğü telaffuz etmeyecek, kendine saklayacaktı.

Lâkin gerçek şu ki, bu bahar olmasa başka bahara, er ya da geç o bakla çıkacaktı ağızlardan. Zira gidişat bu yöndeydi ve zincirin bir noktada kopması kaçınılmazdı: 1915’in bir soykırım olduğu fikrinin, ABD de dahil olmak üzere, dünyanın—en azından Batı’nın– belli başlı ülkelerinde zaten genel kabul gördüğü ve kamuoyunca içselleştirildiği malum.

Ülkemizde bu durumu Türkiye aleyhtarı önyargılara bağlamak âdettendir. Ancak dünyada bu önyargıları taşımayan herhangi birinin, olayın esasına baktığı zaman, 1915’in bir soykırım olduğunu düşünmesi zor değildir. Bugün eğer Ruanda’da, Sırbistan’da hatta Uygur ülkesinde cereyan eden olaylara kolaylıkla ‘soykırım’ denebiliyorsa, 1915’in simgelediği hadisenin de bu kelimeyle anılmaması için geçerli bir neden yoktur.

Türkiye’ye dışarıdan bakan biri ile, ülkenin mazisine içeriden bakan birinin konumu elbette aynı olamaz. ‘Geçmişle yüzleşmek’ denen şey, söylemesi kolay, yapması zor bir iş. Hele de bu geçmiş, kişinin bizzat kendi toplumunun geçmişi ise. Görünen o ki, bugün Türkiye’de pek az insan 1915 olaylarını bir soykırım olarak görmeye hazırdır. Hrant Dink suikastının ardından düzenlenen ‘özür’ kampanyasına katılanlar arasında bile, ‘soykırım’ nitelemesine karşı çıkanlar veya tereddütle yaklaşanlar az değildi.

Bireylerin soykırım gerçeğini kabullenmeleri yeterince zordur, fakat devletlerin görmesi büsbütün müşküldür. Çünkü bireylerden farklı olarak devletlerin, türlü siyasal hesaplar yüzünden, eli ve vicdanı hemen hiçbir zaman serbest kalmaz. T.C. devleti de, tazminat sorunu gibi konulardan kaynaklanan çeşitli maddi ve siyasi endişelerle, en ağır baskılar altında bile soykırım açıklamasını bir dayatma olarak algılayacak ve muhtemelen daha katı ve inkârcı pozisyonlara çekilecektir.

Şerden gelen hayır misali, denebilir ki soykırım ilanıyla birlikte Türkiye’nin tepesinde onyıllardır sallanıp duran Demokles’in kılıcı bir bakıma kalkmış oldu. Zira oyun bitti: artık, soykırım kelimesi söylevlere ve metinlere girmesin diye Washington kapılarında beklemeye, lobicilik şirketlerine büyük servetler ödemeye, eldeki çeşitli siyasal ve ekonomik kozları sırf bu uğurda boş yere harcamaya gerek yok. Bundan böyle, diken üstünde oturup her olumsuz hamle karşısında verimsiz sonuçları başından belli gürültülü tepkiler vermeye de gerek kalmayacak. Büyükelçiyi geri çekmek, ABD ürünlerini boykot etmek, gösteriler tertipletmek falan gerekmeyecek. Türkiye, usulen ‘‘soykırım nitelemenizi kabul etmiyorum, siz kendi günahlarınıza bakın’’ deyip, sakince yoluna devam edecek.

Bu tavır doğru mudur, ya da sürdürülebilir mi, tartışılır. Fakat T.C. soykırım lafını kabul edemeyeceğine göre, şu aşamada meseleyi önemsemez gibi yapmaktan ve sıradanlaştırmaktan başka bir çaresi yok gibi görünüyor.

Yetkililerin hep söylediğinin tersine, 1915 olayları üzerinde hüküm verecek olanlar tarihçiler değildir. Tarihçiler yapacağını çoktan yaptı; tablo bellidir, bundan sonra yapılacaklar teferruattır. Diğer taraftan, bu hükmü verecek olan parlamentolar, hükümetler de değildir. Teknik anlamda sözkonusu hükmü verecek olan, yüksek tanınırlık ve meşruiyete sahip uluslararası bir mahkemedir. Fakat bu mahkeme hangi şartlarda ne zaman oluşur, şimdiden öngörmek pek mümkün değil.

O günlerin pek yakın olmadığı kesin. Anlaşılan o ki, daha uzun bir zaman T.C. hükümetleri düşük profilli bir ‘reddiye’ çizgisi üzerinde ilerleyecek. Muhtemelen, Demokles’in kılıcı kabilinden yeni ve başka tehditler de tepelerinden hiç eksik olmayacak. Alt perdeden ve ölçülü tepkisine bakılırsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da şimdiden yelkenleri indirme ve soykırım konusunu gündemden kaçırma gayretine girdiği görülüyor. Kendini ve Türkiye’yi getirdiği noktada, başka türlü davranma şansı da pek yok zaten—bir bakıma eli mahkûm.

________________________________________

Bu yazı, 29 Nisan 2021’de acikgazete.com’da yayınlanmıştır.

Buruk Ölümler

Nisan 10, 2021

Önce Nur Vergin, bir kaç ay ardından şimdi de Mehmet Genç. İkisi de, 1970’li yıllarda İ.Ü. İktisat Fakültesi’nde asistanken tanımış olduğum ‘nevi şahsına münhasır’ denen insanlardandı. Uzun yıllardır kendilerini hemen hiç görmemiş olmama rağmen, ölüm haberleri bana kötü dokundu. Demek ki, bir kaç yıllık kısa bir zaman aralığında onlarla sürdürmüş olduğum uzun ve hararetli sohbetler, zihnimde epey yer etmiş. Bu kısa zaman aralığı, neredeyse yarım yüzyıl öncesine ait olsa da.

Bu sohbetlerin en unutulmazları, tam da Nur ile Mehmet Hoca arasında geçenleriydi. Oysa, hem akademik çalışma alanları, hem yaşam şartları ve kökenleri, hem de kişilikleri bakımından görünürde pek bir bağdaşır tarafları yoktu. Ama, çevrelerine durmaksızın kıvılcımlar saçan zekâları, onları buluşturmaya fazlasıyla yetiyordu herhalde. Ve biraraya geldikleri zaman, fikir tokuşturmalarını izlemeye doyum olmazdı. O bakımdan, ikisini birlikte hatırlamam tesadüf değil.

Nur, bir elçi kızı olarak çocukluk ve gençlik dönemini değişik ülkelerde geçirmiş, iyi eğitim görmüştü, tabiatıyla pek çok dile de vakıftı. Fransızcası ana dili gibiydi, ama Türkçesi de kusursuzdu; yurtdışında büyümüş bazı elçi çocuklarında rastlanan şive bozukluğundan eser yoktu onda. Paris’ten aldığı taze doktorayla İktisat Fakültesi Siyaset Kürsüsü’ne girip, kısa sürede kürsünün en cerbezeli simalarından biri olmuştu. Sözünü sakınmaz, tepki vermekte gecikmez, kızgınlığını da her zaman saklayamazdı. Özgüveni çok güçlüydü; bunda, Cumhuriyet aristokrasisinden gelmesinin de bir rolü vardı belki (Atatürk’ün yakın arkadaşı Nuri Conker’in torunudur). Fakat bu taşkın özgüveninin, en ufak bir çelişki veya saçmalık karşısında kolaylıkla müstehzi bir tavıra dönüştüğü ve bazen çevresindekileri iyice yıldırdığı da olurdu.

Ne var ki, belki gençliğini yurdundan uzak geçirmiş olmasının da etkisiyle, Nur daima ülkesine borçlu hissetti kendini. Fevkalâde bireyci güdülere sahip olmasına rağmen, ‘’ülkesine kendince katkıda bulunmak’’ gibi şaşmaz bir toplumcu ideali vardı. Ona göre bu ideali gerçekleştirmenin yolu da, Türkiye’yi iyi tanımak, ülkemizin ‘’ruhuna nüfuz etmek’’ten geçiyordu öncelikle. Nur 68 kuşağına ve üstelik bu kuşağın Fransız versiyonuna ait olduğu için, doğallıkla sol bir kültüre sahipti; en azından sol referanslar içinde yetişmişti. Fakat Türkiye’nin ‘’ruhuna nüfuz etmek’’ uğruna, bütün bu referansların dışına olabildiğince çıkmayı göze alarak, ister milliyetçi ister dinci olsun, ülkenin ‘öteki’ katmanlarını tanımayı vazife edinmişti. Bu ‘öteki’ ki, memleketin ezici çoğunluğunu ve bir anlamda ‘esas’ını teşkil eden unsurdu zaten.

Ancak Nur, bu ‘unsur’u dışarıdan nesnel bir ‘açıklama’ya tabi tutmakla yetinmedi, onu içeriden, kendine özgü bir öznellikle yaşayarak ‘anlama’ yolunu tuttu. ‘Anlamak’ için, sınırsız cömertlikte bir empatinin gerekliliğine inanıyordu. Böylece, sağ cenahta 70’li yılların gözde örgütü olan Aydınlar Ocağı’nın bazı üyeleriyle yakın temasa geçmekten, hatta âdeta kaynaşmaktan geri durmadı. Nur’un bu eğilimi ANAP döneminde de güçlenerek sürdü; Daha sonraları, AKP döneminde de aynen devam ettiğini sanıyorum. Nitekim vefatı dolayısıyla medyaya düşen haberlerden, belediye başkanlığı sırasında bir ara Recep Tayyip Erdoğan’a danışmanlık yapmış olduğunu da öğrendik.

Nur bu uzun ‘keşif’ yolculuğunda ne kadar dost edindi kestirmek zor, ama arada bir kısım dostunu kaybettiği de bir gerçek. Zira sağ aleme hızlı ve teklifsiz bir dalış yapması, türlü şaşkınlık ve küskünlüklere yol açtı. Sağ-sol kutuplaşmasının doruğa ulaştığı 70’li yıllarda bu doğaldı. Kimi ahbabı, Nur’un güç odaklarına ve iktidara yanaştığını düşündü.  Bir yönüyle elbette doğruydu, ama bütün bunun altında bir keşif dürtüsünün yattığını görmemek yanlış olur.

Bildiğim, tanıdığım kadarıyla Nur hiç bir zaman bir yanaşma, bir yandaş olmadı. Böyle olamayacak kadar bağımsız bir kişiliğe ve düşünce yapısına sahipti. Son yıllarda yapayanlız kalmıştı; sesi de pek çıkmıyordu. Ancak bazı ortak dostlarımdan, iktidarın hal ve gidişatından hiç memnun olmadığını ve ilerleyen hastalığının elverdiği ölçüde hayli tepkili olduğunu duyuyordum. Başka türlüsünü de düşünmek zor.

O bakımdan Cumhurbaşkanı RTE’nin kalkıp Nur’un cenazesine gelmesi ve bir kaç övgü dolu söz sarfetmesi yanıltmamalı. Nur, RTE’nin yükseliş devrinde laik kesim ve Batı dünyasıyla köprü kurulmasında herhalde önemli rol oynayanlardan biriydi. RTE’nin onun cenazesine katılarak gösterdiği teveccüh, o yıkılmış köprüyü tamire yönelik jestlerinden biri olarak yorumlandı ama, tamirin tersine, son zamanlarda Batı ve laik kamuoyu ile tüm köprüleri atmaya yönelik hareketlerine bakılırsa, bu yorumlar pek anlamlı görünmüyor. Her halükârda, RTE’nin hareket ve motiflerini anlamlandırmanın çoktandır fanileri aşan bir iş olduğu aşikâr.

Mehmet Genç’e gelince, Nur Vergin’den farklı olarak, onun hayatında pek bir zigzaga rastlanmaz sanırım. Türkiye’yi ‘içinden’ tanımak gibi bir derdi yoktu, çünkü zaten içinden, Anadolu’nun uzak bir köşesinden (Artvin Arhavi) geliyordu. Mütevazı bir ailedendi ve yanılmıyorsam hep kıt kanaat yaşadı. Kuytuda kalıp kendi yağıyla kavrulmayı yeğler, ‘’gölge etmeyin, başka ihsan istemem’’ der gibi bir hali vardı hep. Tüm yaşamı üniversitelerde geçti, fakat akademik anlamda gösterişli bir kariyeri olmadı. 70’li yıllarda Ömer Lütfü Barkan’ın asistanıydı, ama aslında ücreti daha düşük fakat ilişilmesi zor ‘’uzman’’ kadrolarından birini kendine sığınak yapmıştı; Barkan da dahil diğer tüm enstitü hocaları karşısında ilginç bir özerkliğe sahipti. Hocalığa pek hevesli görünmüyordu; bir keresinde öğrenciler için ‘’elâlemin çocuğundan bana ne!’’ kabilinden bir laf edince irkildiğimi hatırlıyorum. Mamafih, böyle laflar aldatıcı olabilir. Mehmet Genç ince mizah ve ironide çok mahirdi, bu maharetin zerresini gösterecek birinin şahane hoca olmaması için bir neden yok. Ama o bu maharetini derslerinde hiç gösterdi mi, yoksa sadece Nur ve onun gibi sivri dillilere karşı mı kullandı, doğrusu bilmiyorum.

Mehmet Genç, tüm vaktini hocalık yerine araştırmaya ayırmayı tercih etti; Türkiye iktisat tarihine de değerli katkılarda bulundu. Ancak, kılı kırk yaran mizacından olsa gerek, az yayın yaptı, kendi potansiyelinin pek azını hakkıyla değerlendirdi. Doktorası da dillere destan bir hikaye idi. Daha o zamandan, on yıllarca süreceği belliydi; o kadar ki, doktorası şöhretinden epey sonra gelen Fransız filozof Althusser’in rekorunu bile kıracağı üzerine espriler yapılıyordu. Doktorasını kırk yıl sonra alarak, sonunda Althusser’in rekorunu kırdı da.

Nur Vergin sosyolog, Mehmet Genç ise iktisat tarihçisiydi. Fakat onların müdahil olduğum çoğu sohbetinde, güncel memleket meseleleri ve bol üniversite dedikodularından sıra ne doğrudan sosyolojiye, ne de iktisat tarihine gelirdi. Yalnız ara ara su yüzüne çıkan bir konu vardı ki, o da felsefeydi. Bir defasında, konu Karl Popper’den açılınca, Mehmet Hoca’nın  yalnız Popper’e değil genel olarak tarih ve sosyal bilimler metodolojisine ne kadar derinlemesine vakıf olduğunu farketmiş ve çok etkilenmiştim. Kanımca, Mehmet Genç kendi kuşağının Osmanlı tarihçileri arasında bu konularla yakından ilgilenen ender örneklerden biridir (herhalde Mete Tuncay’la birlikte). Çok sonraları tarih metodolojisi üzerine dersler verdiğini de duydum. O derslerin kışkırtıcı tez ve içgörülere sahne olduğundan eminim. Bunların bir şekilde kayda geçirilip kağıda dökülmüş olduklarını sanmam, ancak bir kısmına hocanın Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi adlı kitabında (öncelikle de ‘’Hac Yolunda Bir Karınca’’ başlıklı önsözünde) rastlanabileceğini tahmin ediyorum.

Mehmet Genç, uzun yıllar akademyanın—TRT’deki çalışmalarıyla biraz da medyanın–kuytu köşelerinde araştırmalarını sürdürdükten sonra, nihayet hayatının son on yılını daha rahat şartlarda İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’nde geçirdi. Fakat ne yazık ki, bu nitelikli üniversite RTE’nin hışmına uğradı ve geçen yıl apar topar kapatıldı. Böylece, Mehmet Genç’in kurulmasına şevk ve azimle katkıda bulunduğu Tarih Bölümü de bir kalemde yok oldu. Böyle bir akıbetin, diğer meslektaşlarıyla birlikte Mehmet Genç’i de infiale ve derin bir hayal kırıklığına sürüklediği tahmin edilebilir.  Vefatı üzerine yazdığı yazıda yakın dostu Ayhan Aktar, son görüşmelerinden birinde hocanın ‘’bizlerin bağımsız bir şekilde kimseye boyun eğmeden ilim yapmamızı istemiyorlar’’ dediğini aktarıyor(http://www.diken.com.tr/hac-yolunda-bir-karinca-mehmet-gencin-ardindan/). Üniversitenin kapatılmasında açık hedef Ahmet Davutoğlu’ydu, fakat bir diğer, daha saklı hedefin de üniversitedeki göreceli serbestlik ortamı, dahası bizzat kalite–evet kalite!–olduğuna pek şüphe yok.

Tıpkı Nur’unkinde olduğu gibi, Mehmet Hoca’nın cenazesinde de devlet erkanı eksik değildi. RTE yoktu ama onu temsilen sözcüsü ve başta TBMM başkanı olmak üzere kalabalıkça bir zevat cenazede boy gösterdi. Hoca hayatta olsaydı, bu adamların kendisine düzdüğü övgülerden keyif alır onur duyar mıydı, doğrusu çok şüphelidir.

Nur’a gelince, kimbilir kaç kere mezarında dönmüştür. Zira ölümünden bu yana geçen birkaç aylık kısa sürede bile RTE ve avanesinin yaptığı hiç bir iş, onun kabullenebileceği işlerden değil. Ne Nur’un ne de hocanın kendilerini sahiplenenlere haklarını helal ettiklerini varsaymak için fazla bir neden yok. Bu dünyadan küs göçtüklerini düşünmek için ise neden çok.

­­­­­­______________________________________________

Bu yazı 3 Nisan 2021’de Birikim Güncel’de yayınlanmıştır.

Yeni bir Midnight Express Yolda mı?

Mart 8, 2021

Beş yıl kadar önce, Montreal’de ufak bir sinemada yeni vizyona girmiş çok başarılı iki belgesel izlemiştim. Birlikte gösterime sokulan bu belgeselleri ardarda seyretmek ilginçti, çünkü tam bir tezat oluşturacak kadar birbirinin zıddı yapıtlardı bunlar: biri, yoğun bir propaganda ağına ışık tutan propaganda karşıtı bir filmdi; öbürü ise tastamam kendisi bir propagandaydı.

Propaganda karşıtı belgesel, soyut komplo teorileri yahut ‘’üst akıl’’ kurgularına itibar etmeden, ABD’deki Yahudi lobisinin muazzam gücünü açık belge ve kanıtlarıyla ortaya seren bir filmdi. Fikir özgürlüğüyle bilinen ABD’de, konu İsrail olunca akan suların durduğunu, en serbest mahallerde bile neredeyse tüm aykırı seslerin kısıldığını veya susturulduğunu, ortalığın trollerden geçilmez hale geldiğini isim isim, sahne sahne gösteriyordu bu film. Filmde pek çok çarpıcı olay vardı fakat, İsrail’in 2014’teki Gaza bombardımanının Amerikan kamuoyu nezdinde nasıl aşama aşama topyekûn bir katliamdan, masum ve kaçınılmaz bir ‘’savunma’’ algısına dönüştürüldüğü, en dikkat çekici kısımlarından biriydi.  ‘’Algı operasyonu’’ bizde yerli yersiz kullanıla kullanıla çoktan yalama oldu ama, bu kavramın gerçek karşılığını hakkıyla veren ve bir bakıma konu hakkında yazılmış onlarca kitaba bedel bir filmdi bu. O kadar ki, bir saat içinde, Mearsheimer’ın İsrail lobisine dair ünlü eserinden bile daha fazlasını anlattığı söylenebilir (John J. Mearsheimer & Stephen M. Walt, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, Küre Yayınları, 2017). Bu filmin İngilizce orjinal adı, ‘’Amerikan Zihninin İşgali’’ idi (‘’The Occupation of the American Mind’’.  Yapımcıları: Loretta Alper & Jeremy Earp). Ben filmin Fransızca versiyonunu izlemiştim; ve kanımca adının Fransızca çevirisi filmin ana mesajına daha uygundu: ‘’Amerikan Zihninin—hatta ‘’vicdan’’ının—Sömürgeleştirilmesi’’ (‘’La Colonisation des Consciences Americaines’’). ‘’İşgal’’ yerine ‘’sömürgeleştirme’’, ‘’zihin’’ yerine ‘’vicdan’’: kuşkusuz daha da vahim bir durumu anlatan sözcükler bunlar.

Seyrettiğim diğer film, Zaynê Akyol’un Gülistan: Güller Diyarı adlı belgeseliydi (Fransızcası Gülîstan: Terre de Roses). Montreal’i mesken tutmuş olan Akyol’un 2010’lar başında Irak’a gidip PKK saflarında çektiği bu filmi, bir şekilde görmüş olanlar hatırlayacaktır: film PKK’nın IŞİD’le savaştığı cephede geçer; Türkiye hiç anılmaz. Filmde doğrudan şiddet veya savaş sahneleri yoktur; daha ziyade, iaşe ve sağlık koşullarından saç bakımına dek, kadın gerillaların gündelik hayatını yansıtan kesitler vardır. Burada gerillaların bazı mahrem ve ‘’kadınca’’ diyaloglarına da tanık oluruz. Örneğin bir kadının, ‘’evlenince ne oluyor ki, esaret başlıyor, hep adamların dediği oluyor’’ diye yakınmasından, bir kısım kadının sokaktaki devlet baskısı kadar evdeki erkek baskısından da iyice bunaldığını, bu baskıdan kurtulmak için dağa çıkmış olabileceğini anlarız. Peki cephede baskı görürler mi? Görünürde hayır; tam tersine, özgüvenleri gayet yerindedir; kampta siyasi eğitim nutku atmak onlara düşmese de, erkeklerden emir aldıkları gibi emir verir bir halleri de vardır (Nitekim, bazı PKK’lı tutsak ve itirafçıların medyaya düşen tanıklıklarından, cephedeki erkeklerin kadınların söz ve yetki sahibi olmalarını pek hazmedemediğini biliyoruz, fakat filmde işin o tarafına girilmez).

Kadın gerillaların kanla ve ölümle düğümlenmiş estetik algıları da dikkatten kaçacak gibi değildir: örneğin değişik marka makineli tüfeklerin (Rus, Macar, Amerikan, vs.) sanki elbiseymiş gibi hangi kadının üzerinde daha iyi durduğunun uzun uzadıya mavrasını yaparlar. Biri, azraile açıkça meydan okumak yerine ölümü sadece sıradanlaştıran ince bir felsefe yapmaya koyulur; bir diğeri, yüzündeki yaraların onu büsbütün güzelleştirdiği inancıyla avutur kendini. Hepsinin söz ve hareketlerinde, çelik bir irade ile türlü dürtü ve duyguların çekişmesini sezmemek güçtür.

Gülistan kuşkusuz bir PKK propagandasıdır; fakat gayet usturupludur, çünkü ‘’ben propagandayım’’ diye bağırmaz. PKK yönetimi tarafından siparişle kotarılmadığı, yönetimin izniyle fakat Akyol’un kendi keyfi ve gönlüne göre serbestçe çektiği bir filmmiş izlenimi bırakır.  Yankı yapması ve ödüller almasında bu izlenimin epey bir payı vardır kuşkusuz.

Ancak, filmin Batı kamuoyunda başarısı temelde iki etkene dayalıdır: kadın faktörü ve IŞİD faktörü. IŞİD, malum, bizzat kendi tanıtım çabasıyla, çağımızın vahşet skalasında kendine apayrı bir yer edinmeyi becermiş bir yapılanmadır. Bu haliyle yalnız Batı’nın değil tüm dünyanın korkulu rüyasıdır. O halde, her kim ki IŞİD’le mücadelede başını ortaya koyar, o kişi veya güç tüm dünyanın duasını alır, koşulsuz desteğine kavuşur. Bu hissiyat o kadar sabit ve kesindir ki, kimse IŞİD’i bitirecek gücün yanlışlarına ve günahlarına bakmaz bile. Tabii bu durum, tersinden de aynı derecede vahimdir: her kim ki, IŞİD’e destek verir, yataklık eder, hatta uzaktan göz kırpar, o kişi veya güç tüm dünyanın hışmını ve nefretini üstünde toplamaktan kolay kolay kurtulamaz.

Kadın faktörüne gelince: IŞİD’in alamet-i farikası, uyguladığı korkunç şiddetin yanısıra, içinde özellikle kadınların baş eğdiği ve koyun gibi güdüldüğü bir mutlak biat ve itaat düzenidir. Bu, Batı’nın kabulleneceği ve insanlığın ağırlıklı bölümünün benimseyeceği bir düzen değildir.  Bu düzeni yıkmak için mücadele edenler dünyanın gözünde kahramandırlar; ama bu kahramanlar arasında fikri sorulan, sözü dinlenen kadın savaşçılar da varsa, onların erkek yoldaşlarından daha da kahraman olması, bir bakıma kahramanlığın en üst mertebesinde yer almaları kaçınılmazdır.

Kısacası, IŞİD gibi bir örgüt ve onunla savaşan kadın figürünün bir araya geldiği her senaryo, başarıyı neredeyse peşinen garantileyen bir formüldür. Anlaşılan, Akyol’dan gayrı bu başarı-garantili formülü kullanmaya niyetlenen başkaları da var—hem de çok daha geniş imkanlarla.

Yakınlarda, medyaya düşen bir haberden Hillary Clinton’ın kızı Chelsea ile birlikte geçen yıl ‘’Hiddenlight’’ adlı bir prodüksiyon şirketi kurduğunu ve şimdilerde bir proje üzerinde çalıştığını öğrendik (Cumhuriyet, 26 Ocak 2021). Clinton yaptığı açıklamada, ‘’HiddenLight şirketini isimli ve isimsiz kahramanları kutlamak için yarattıklarını’’, bunun bir ilk örneği olarak da Amerikalı yazar Gayle Tzemach Lemmon’ın 16 Şubat’ta yayınlanacak olan kitabını perdeye aktaracaklarını belirtmiş. Anlaşılan o ki Lemmon’un Kobani’nin Kızları: Bir İsyan, Cesaret ve Adalet Hikayesi adlı kitabı, 2014’te Kobani kentinde çatışmalara katılan dört kadının, ABD istihbaratının da yardımıyla kentin IŞİD’ten geri alınmasında nasıl etkili bir rol oynadıklarını anlatıyor. Bu kitabın, planlandığı gibi bir televizyon dizisine uyarlanması halinde hayli ilgi çekeceği tahmin edilebilir. Hele bir de Hollywood tekniği ve imkanlarıyla gerçekleştirilirse, epey bir yankı bulacağı kesin gibidir.

Tıpkı Gülistan belgeseli gibi, böyle bir dizi Türkiye’yi doğrudan hedef almayabilir, fakat ülkemiz için ne kadar yıpratıcı olabileceğini kestirmek zor değil. Zira Türkiye, IŞİD’e destek vererek zamane kahramanlarının tam karşıtı bir konumda buldu kendini. Bunun bir nedeni, Türkiye’deki iktidarın Sünni İslam zemininde üstünden hiç atamadığı ‘’ortak hissiyat’’ hali idiyse, diğer nedeni de  ‘’yurtta ve cihanda’’ izlediği yanlış Kürt politikalarıydı. Türkiye’yi yönetenler eğer gerçekten ‘’stratejik derinlik’’ öngören bir vizyona sahip olsaydı, PKK ile mücadele için gerek ülke içinde gerek Suriye’de farklı seçeneklere sahip olduklarını farkedebilirdi; fakat bunlar ayrı konular.

Sonuç olarak, başlangıçta ABD dahil başka ülkeler de IŞİD’e pekala dolaylı destek vermişken, bu desteklerini çekmekte ve hızla cephe almakta gecikmediler; fakat Türkiye aynı çeviklik ve açıklıkla davranamadı. IŞİD’in bir ‘’devlet’’ olarak çökmesinden sonra bile, Türkiye’nin bu yapılanmayla ilişkisi hâlâ soru işaretleriyle doludur. Halihazırda ülkemizde en az on bin cıvarında IŞİD’linin barındığı söyleniyor—inanılması değil, inanılmaması zor bir rivayet maalesef.

Son zamanlarda, IŞİD’lilere yönelik geniş operasyonlar düzenlendiğini duyuyoruz, ancak bu operasyonların daha çok dış dünyaya dönük göstermelik girişimler olduğuna inananlar az değil. Mamafih, bu girişimler çok ciddi ve samimi de olsalar, galiba fazla farketmiyor.  Zira nasıl ki senelerdir kıyasıya süregelen ‘’FETÖ’’ye yönelik sürek avları bu cemaat yapılanmasıyla zamanında yaşanmış ortaklıkları unutturmuyor ve hâlâ bazı soru işaretlerinin ortadan kalkmasını sağlamıyorsa, IŞİD’e yönelik operasyonlar da mazide yaşanan ‘’birliktelik’’leri silmeye ve benzer şüpheleri gidermeye yetmiyor. O kadar ki, Türkiye ağzıyla kuş tutsa, üstüne yapışmış IŞİD lekesinden kolay kolay kurtulacağa benzemiyor.

Ufuktaki yaptırım ve kısıtlamalara bakılırsa, özellikle ABD’deki yönetim değişikliğinin ardından Türkiye’yi zorlu günler bekliyor. Öyle görünüyor ki Türkiye toplumu, gerek uzun yıllardır çözümsüz kalan problemler için, gerek iktidarın yok yere yarattığı türlü ilave sorunlar için ağır bedeller ödeyecek. Bu bedellerin mali boyutu ürkütücü, fakat iş sadece mali boyutla kalsa iyi. Kültürel alanda aniden ortaya çıkacak kötü sürprizler, mali hasarlar kadar yıkıcı olabilir. O yılları görenler hatırlayacaktır, ülkemizden iç karartıcı ve rezilane zindan manzaraları sergileyen Midnight Express filmi (yapımı 1978), memleket imajına beklenmedik bir darbe vurmuş, Türkiye’nin tanıtım ve lobi şirketlerine yüz milyonlarca dolar ödeyerek bile telafi edemeyeceği oranda kalıcı zararlar vermişti. Midnight Express iyi bir film değildi, fakat ticari başarısı tartışılmaz.

Clinton’ların TV dizisi nasıl olur göreceğiz. Ancak çok kaliteli bir dizi olmasa da, bir kere tutarsa, Türkiye’yi ikinci bir Midnight Express bekliyor demektir.

________________________________________

Bu yazı 7 Mart 2021’de Birikim Güncel’de yayınlanmıştır.

‘’Türkiye’de Antropoloji’’ Derken

Şubat 15, 2021

Bir süre önce Birikim Güncel’de Yılmaz Yıldırım’ın Türkiye’deki antropolojinin ‘’inişli ama çıkışlı olmayan hikayesi’’ne dair bir değerlendirmesi yayınlandı.[1] Yılmaz bu değerlendirmesinde, antropolojiyi ‘’bir toplumun kendi hakkındaki bilgisinin, kendini anlama çabasının en önemli bilimsel etkinliklerinden biri’’ olarak niteleyip, bu disiplinin ‘’antropoloji için en verimli, en bereketli ülkelerden biri olan’’ Türkiye’de hak ettiği zemini bulamadığı, üstelik bu zeminin genişleyeceği yerde büsbütün daraldığı bir sürece dikkat çekiyor.

Bu doğrultuda düşünenler Yıldırım’la sınırlı değil. Örneğin Yetkin Işık, (Yıldırım’ın da atıfta bulunduğu) bir makalesinde antropolojinin Türkiye’de yeterince bilinmemesinden, daha da kötüsü yanlış bilindiğinden dem vuruyor; antropolog Sibel Özbudun’un bir tanıklığına da yer vererek, antropolojinin hâlâ bir ‘’ırk bilimi’’ olarak algılanabildiğini ileri sürüyor.[2]

Bu tür gözlemlerle karşılaştıkça, ister istemez uzun yıllar önce kaleme aldığım bir makaleyi hatırlıyorum. Haddim olmadan, o makalede ben de Türkiye’deki antropolojinin endamı hakkında   benzer şeyler dile getirmiştim.[3] Malumun ilamı kabilinden bir gerçek olmasına rağmen, Türkiye’nin antropoloji açısından potansiyelini vurgulamaktan kaçınmamış, hatta bu vurgumu güçlendirmek için o standart ‘’kültür mozaiği toplum’’ mecazına başvurmakta da beis görmemiştim. Bu mecaz o zamanlar da yeterince sıradandı, fakat Yıldırım’ın da belirttiği gibi, şimdilerde ancak ‘’turizm tanıtım broşürlerine’’ yakışacak nitelikte. Bülent Aksoy’un ‘’söylem’’ kavramının akıbetiyle ilgili anlattıklarını andırır şekilde, ‘’mozaik toplum’’ mecazının da içi iyice boşalmış durumda.[4] Kullanışlı terim ve deyimlerin böyle güme gitmesi yazık, ama dil denen olgudaki başdöndürücü değişime direnmek ne mümkün!

Sözkonusu yazıda, Türkiye’de antropolojik çalışmaların gerek miktarının gerek akademya ve toplum geneli üstündeki etkilerinin sınırlılığına dair bir takım spekülasyonlarda bulunmuştum. Doğrusu, bu iş bana düşmezdi zira ne antropoloji hocasıydım, hatta ne de öğrencisi. Düpedüz, cahil cesareti denebilir. Cumhuriyet tarihine damgasını vurmuş koca bir antropoloji geleneği varken, bu gelenek neredeyse hiç yokmuşçasına ileri geri fikir yürütmem hoş karşılanacak bir davranış değildi; nitekim antropoloji erbabından tepkilerin gelmesi gecikmediydi.[5]

Şüphesiz, Cumhuriyet antropolojisinin hacimli külliyatına fazlaca bir aşinalığım yoktu; fakat zaten antropoloji denince zihnimde uyanan imgenin bu külliyatla ortak bir yönü de yoktu pek. O bakımdan, bir tabula rasa üzerinden hareket etmek bana çok mantıksız görünmemişti.

Erken dönem Cumhuriyet antropolojisi ve evrimi ile ilgili tek cümlede bir şey söylemek mümkünse, belki şu olabilir: öncelikle niceliksel bir disiplindi bu; ölçüye ve tartıya gelen, özellikle de kafatası ölçmeye odaklı ‘’fiziki’’ bir araştırma alanıydı ve bu anlamda da bir ‘’pozitif bilim’’ olarak ortaya çıkmıştı. Ağırlıklı olarak da tıpçıların ve arkeologların öncülüğü ve tasarrufu altındaydı. Zafer Toprak, konuyla ilgili kapsamlı çalışmasında, ‘’ırk bilimi’’ yaftasıyla lekelenen bu erken-dönem antropolojisinin karanlıkta kalmış olumlu yönlerine ışık tutar, seküler bilim anlayışının ve Darwinci düşüncenin Türkiye’de ilk bu antropoloji sayesinde kök saldığını, ayrıca Türkiye’nin dış alemde sesini de bu antropoloji sayesinde duyurduğunu savunur.[6] Ancak Toprak’ın da teslim edeceği gibi, erken dönem Cumhuriyet antropolojisinin eğer ‘’bilimselliği’’nden bahsedilecekse, bu ancak kendi devrinin positivist kriterleriyle ve ancak sınırlı şekilde mümkündür. Nazan Maksudyan’ın deyimiyle, bir bilimden çok, bir tür ‘’kurgubilim’’dir bu antropoloji.[7]

Bilindiği gibi, erken dönem antropolojisi Türkleri ‘’Batı Ailesi’’nin üyesi yapma ve daha özgül bağlamda Türk Tarih Tezi’ni temellendirme hedefi üzerine kuruluydu. Bu hedefler Atatürk’ün vefatı ardından arka plana düşünce ve zaman içinde buharlaşınca, bu antropoloji de tedavülden kalktı. Hoş, bu antropolojinin gövdesini oluşturan disiplin (‘’fizik antropoloji’’), ortadan tamamen kalkmak yerine genetik ve biyolojiyle eklemlenerek kendine yeni bir yaşam alanı bulmuştur.  Ama Türkiye’deki ana mecrasında antropoloji, asli sıfatını korusun korumasın, giderek etnoloji alanına kaydı; bir anlamda yerini etnolojiye bıraktı. Bu süreç aynı zamanda sosyal/kültürel düzleme geçişin de habercisidir ve sanırım en önemli sonucu, sınıflandırma, kataloglama ve alan çalışmaları gibi pratikler vasıtasıyla Türkiye toplumuna dair geniş bir bilgi envanterinin oluşmasıdır. İkinci Dünya savaşından sonra belirginleşen bu sürecin, erken Cumhuriyet dönemine göre Türkiye’deki antropolojinin gelişiminde kaydadeğer bir ilerleme olduğu tartışma götürmez. Zira bu yeni safha, türlü ideolojik kurguları ve efsaneleri temellendirmeye kilitlenmiş erken dönem antropolojisinden farklı olarak, Türkiye toplumunu anlamaya, yakından fotoğrafını çekmeye odaklanmış bir çabayı ifade ediyordu.

Ne var ki, bu süreç sinsi bir politikasızlaşma, bir tür başını toprağa gömme haliyle birlikte yürüdü. Ama daha da önemlisi, bu politikasızlaşma ile beraber, erken dönem antropolojisindeki tez, teori, kurgu bolluğunun yerini, Yıldırım’ın deyimiyle, ‘’malûmat istifçiliği’’ aldı. Yıldırım, ‘’teorinin gereksiz ya da sakıncalı görüldüğü’’ bu safhayı ‘’teorisizlik dönemi’’ olarak niteliyor. Bu nitelemesinden, kendisinin Türkiye’deki antropoloji araştırmalarında daha teori-yoğunluklu bir ortamın beklentisi—en azından temennisi– içinde olduğunu anlıyorum.

Yirmi küsur yıl önce sözünü ettiğim makaleyi yazarken, benim de beklentim bir bakıma buydu. İstiyordum ki, büyük potansiyel vaadeden antropolojide ‘’istiflenmiş malûmat’’la yüz yüze gelecek teoriler boy göstersin, birbiriyle çatışsın, bu arada da, antropolojinin kenarında kuytusunda yahut sosyal bilimlerin başka mahallerinde dolaşan benim gibiler bu hareketli ortamdan azıcık nemalansın! Açıkçası aradığım, ‘’heyecan’’dı biraz.

Kuşkusuz, o sıralarda da böyle heyecanlara kaynaklık edecek çalışmalar eksik değildi. Fakat her nasılsa, 1990’ların sonundan itibaren, hem kuram hem gözlem bakımından antropoloji alanındaki yayın ve tartışmalarda daha öncesine göre büyük artış oldu. Tam da bu artışın arifesinde (tam tamına 23 yıl önce) Türkiye’deki antropoloji çalışmalarını azımsamakla eleştirilmiştim, bugün ise abartmakla suçlanmak istemem. Ancak izleyebildiğim kadarıyla, yüzyılımızın ilk yirmi yılında antropoloji ve periferisinde biriken külliyat çarpıcı miktardadır; o kadar ki, bu dönemi Türkiye’de antropolojinin ‘’yeniden doğuş’’ devri olarak nitelemek bana pek yanlış görünmüyor.

Külliyattaki artışla neyi kasdettiğimi belki şöyle ifade edebilirim: örneğin Eriksen ve Nielsen’in Antropoloji Tarihi gibi, ya da Geertz’in, Sahlins’in veya Bourdieu’nün temel klasikleri tamamlayan ve antropoloji perspektifini genişleten denemeleri gibi bir kısım eser, bu son yirmi yıllık dönemde Türkçe’ye kazandırıldı.[8] Önemli bir boşluğu dolduran Antropoloji Sözlüğü de bu dönemde yayınlandı.[9] Sibel Özbudun, Tayfun Atay, Nilüfer Göle, Deniz Kandiyoti, Suavi Aydın gibi 2000-öncesinden de yayınları bulunan pek çok antropolog veya kültür araştırmacısının bazı temel çalışmaları da son yirmi yılda ortaya çıktı.[10] Martin van Bruinessen, J.-F. Perouse gibi Türkiye üzerine yoğunlaşan yabancı araştırmacıların çalışmaları da cabası.[11]

Diğer taraftan, bu dönemin yeni yüzleri arasında, apayrı bağlamlardaki katkılarıyla, Lale Yalçın-Heckmann, Dilşa Deniz, Saime Tuğrul, Sula Bozis, Hasan Güler, Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu gibi isimlerden de bahsedilebilir.[12] Bunlar ilk aklıma gelenler. Eminim, ilgili literatüre hakim antropologların sayabilecekleri pek çok isim daha vardır; üstelik bunlar benim bildiklerimden yahut duyduklarımdan daha temsilî veya isabetli örnekler olabilir.[13]

Velhasıl, son yirmi yıllık bu ‘’şafak vakti’’nde Yıldırım’ın sözünü ettiği türden magnum opus’lar hiç çıktı mı yahut çıkacak mı bilemem, ama Türkiye’de antropolojinin bu dönemde gözle görülür bir şenlenme ve çeşitlenmeye sahne olduğunu ileri sürmek zor değil. Yıldırım’ın şu gözlemi de bu tespitimi destekler nitelikte: ‘’bugün sosyal ve beşeri bilimler arasında antropolojiden beslenme düzeyinin hiç de az olmadığı bir gerçek. Sosyal teorinin özellikle sosyolojide tıkandığı birçok yerde devreye sokulan antropolojik bulgu ve bakış, üretilen metinlere âdeta soluk aldırıyor.’’ Ona göre, tam da bu nedenle, antropolojinin klasik yapıtları hiç bir zaman şimdiki okunurluk düzeyine ulaşmamış, ‘’genel okurun teveccühü’’ne bu derece mazhar olmamıştı.

Ne var ki Yıldırım’ın bu gözlemi, şu acı hükümde bulunmasına da engel değil: ‘’antropolojinin bugün üniversitelerde en fazla kan kaybeden bölümler arasında yer aldığı tartışmasızdır.’’ Buna verdiği örnek de, devlet üniversiteleri arasında antropoloji doktora programlarına sahip topu topu iki üniversitenin bulunduğudur (Ankara ve Hacettepe). Sonuç: ‘’antropolojinin Türkiye’de sosyal, kültürel, politik meselelerde, kültür politikalarında görünürlüğü’’nün ve etkisinin giderek azalmasıdır.

Yıldırım’ın söylediklerinden, şöyle çelişkili bir vaziyet karşısında olduğumuzu farketmemek güç: Türkiye’de antropoloji toplum düzeyinde varlığını ve canlılığını koruyor, fakat devlet katında itibar görmüyor, giderek dışlanıyor. Bu görüntü ise, ister istemez antropolojinin ezeli ironilerinden birini hatırlatıyor bize: küresel planda antropoloji nasıl ki sömürgeciliğin gölgesinde/güdümünde doğup bir asır içinde sömürgecilik karşıtlarının adeta bir silahı yahut kalkanı haline gelmişse, Türkiye planında da bir devlet projesi olarak doğup, bir asrı bulmadan toplumun devlete karşı bir direnme ve nefeslenme sahasına dönüşmüş durumda. Nitekim, Türkiye’de ‘’namlunun ucunda’’ sayılabilecek iki temel kesimin—kadınlar ve Kürtler—antropoloji çalışmaları içinde gittikçe daha fazla yer tutması boşuna değil.[14] Ayrıca devletin, antropolojinin öznesi olmaktan çıkıp bizzat araştırma nesnesi haline gelmesi de bu yöndeki gelişmenin dikkate değer bir göstergesi şüphesiz.[15]

Yıldırım’ın belirttiği gibi, eğer antropoloji devlet üniversiteleri ve kurumlarında zemin kaybetmekteyse, o takdirde özel üniversitelerde daha rahat varolduğu düşünülebilir. Bu herhalde bir ölçüde doğrudur.  Ancak özel üniversitelerin  büyük çoğunluğunun da bugün devlet güdümünde veya yörüngesinde bulunduğu unutulmamalı. Eskiden ‘’piyasa’’nın özel üniversitelerin üzerindeki tasarruf ve etkisi endişe yaratırdı, şimdilerde o endişe devlet baskısından duyulan korkunun yanında hayli hafif kaldı. Antropolojinin, halihazırda gene de en güvenli limanı Hacettepe gibi bu dalın kalesi sayılan bir devlet üniversitesinde bulduğu söylenebilir.

Bu şartlarda, belki bir kaç istisna dışında, Türkiye’de antropoloji ister devlet ister özel olsun üniversitelerde çeşitli sınırlama ve daralmalarla daha uzun süre karşılaşacağa benziyor. O bakımdan Yıldırım antropoloji için ‘’inişli’’ bir güzergah öngörmekte haklı. Ancak, bu dirençli disiplinin ‘’devlet katında’’ kaybettiğini ‘’toplumun bağrında’’ koruduğu ve varlığını güçlenerek sürdürdüğü galiba bir gerçek. Türkiye’de pek çok şey tepetaklak başaşağı gidiyor, ama o da ne, antropoloji sanki öyle değil.

Bu yazı 11 Şubat 2021’de Birikim Güncel’de yayınlanmıştır.


[1] ‘’Türkiye’de Kültürel Kamu ve Antropoloji’’, Birikim Güncel, 28 Aralık 2020.

[2] S. Yetkin Işık, “Türkiye’de Antropolojik Bilginin Yetersizliği Sorunu”, Folklor/Edebiyat, cilt 22, sayı 87, s.14.

[3] 1998’de Toplum ve Bilim dergisinin 76 nolu Bahar sayısında yayınlanan bu makale, doğrusunu söylemek gerekirse, bu derginin akademik yazım çıtasının altında kalan, daha çok izlenimsel bir değini metni olarak düşünülmesi ve kurgulanması gereken bir yazıydı.

[4] ‘’Yalama Olan ‘Söylem’ Terimi’’, Birikim Güncel, 14 Ocak 2021.

[5] Bu tepkilerin yazıya dökülmüş hali ve akabindeki polemik için bkz: Suavi Aydın, ‘’Ekşigil’in yazısı vesilesiyle Türkiye’de antropoloji’’, Toplum ve Bilim, 77 Yaz 1998; Adnan Ekşigil, ‘’Türkiye’de antropolojinin eni-boyu üzerine: Suavi Aydın’a yanıt’’, Toplum ve Bilim 78 Güz  1998).

[6] Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, 2012, s.203.

[7] Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek: Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1939, Metis, 2005.

[8] T.H. Eriksen & F. S. Nielsen, Antropoloji Tarihi, İletişim, 2010; G. Geertz, Gerçeğin Ardından: Bir Antropoloğun Gözünden İki islam Ülkesinin Son Kırk Yılı, Dipnot, 2011; Geertz, Yerel Bilgi, Dost, 2007; M. Sahlins, Batının İnsan Doğası Yanılsaması, BGST, 2012; Sahlins, Taş Devri Ekonomisi, BGST, 2017; Sahlins, Akrabalık Nedir, Ne Değildir, Dipnot, 2018; P. Bourdieu, Bir Pratik Teorisi İçin Taslak, İstanbul Bilgi Üni., 2019; Bourdieu, Akademik Aklın Eleştirisi, Metis, 2019; Bourdieu, Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Heretik, 2015; Bourdieu, Devlet Üzerine, İletişim, 2020; Bourdieu (L. Wacquant ile birlikte), Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim, 2012. Ufak bir uyarı: burada belirtilen bazı yayın tarihleri son baskılara ait olsa da, ilk baskıların tarihleri de bir kaç yıldan fazla geriye gitmez sanırım. Öte yandan, Claude Levi-Strauss gibi adı tüm bir XX. Yüzyıl antropolojisiyle özdeşleşen büyük bir figürün bile, gerek klasik eserlerinin yenilenen baskıları ile (Hüzünlü Dönenceler, Yapı Kredi, 2018; Yaban Düşünce, Yapı Kredi, 2020, Mit ve Anlam, İthaki, 2020, gibi), gerek bazı metinlerinin yeni çevirileriyle (Montaigne’den Montaigne’e: Devrimci Bir Bilim Etnografya, Sel, 2018; Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji, Metis, 2018, gibi) Türkiye’de 2000’li yıllarda daha fazla bir görünürlük kazandığı söylenebilir.  

[9] Kudret Emiroğlu & Suavi Aydın, Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat, 2003.

[10] Sibel Özbudun: Kültür Halleri, Ütopya, 2002; Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri, Ütopya, 2004; Antropoloji Gözüyle Sınıf, Kültür, Kimlik, Ütopya, 2010, vb. Tayfun Atay: Din Hayattan Çıkar, İletişim, 2004; Göl ve İnsan: Beyşehir Gölü Çevresinde Doğa-Kültür İlişkisi Üzerine Antropolojik bir İnceleme, Kalan, 2005; Türkler, Kürtler, Kıbrıslılar: İngiltere’de Türkçe Yaşamak, Dipnot, 2006, vb. Nilüfer Göle: İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, Metis, 2000; İçiçe Geçişler: İslam ve Avrupa, Metis, 2009; Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, Metis, 2012; Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar, Metis, 2015, vb. Deniz Kandiyoti: (Ayşe Saktanber ile) Kültür Fragmanları: Türkiye’de Günlük Hayat, Metis, 2017; Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, Metis, 2019 (Belirtmek gerekir ki Kandiyoti’nin bu kitapları, Türkçede gün yüzünü yeni görmelerine rağmen, ilk kaleme alınmaları 1970’lere kadar uzanan çalışmalardır). Suavi Aydın: (Kudret Emiroğlu, Oktay Özel, Süha Ünsal ile birlikte) Mardin: Aşiret Cemaat Devlet, Tarih Vakfı, 2000.

[11] Martin Van Bruinessen: Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim, 2003; Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim, 2008; Kürdolojinin Bahçesinde: Kürdologlar ve Kürdologlar Üzerine Söyleşi ve Makaleler, İletişim, 2012, vb. J. François Perouse, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri, İletişim, 2011.

[12] Lale Yalçın-Heckmann: Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri, İletişim, 2016. Dilşa Deniz: Yol/Rê: Dersim İnanç Sembolizmi, İletişim, 2014. Saime Tuğrul: Canım Sana Feda: Yeni Zamanların Kutsallık Biçimleri, İletişim, 2014; Ebedi Kutsal Ezeli Kurban: Çok Tanrılılıktan Tek Tanrılılığa Kutsal ve Kurbanlık Mekanizmaları, İletişim, 2016. Sula Bozis: İstanbul’dan Anadolu’ya Rumların Yemek Kültürü, YKY, 2020. Hasan Güler: Patron Baba ve İşçileri: İşçi Sınıfı, Köylülük ve Paternalizm, İletişim, 2014. Oğuz Işık ve M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği, İletişim, 2009.

[13] Çok sayıda antropoloğun makalesinden oluşan yeni bir derlemenin arkasındaki toplu kaynakça da, büyük çoğunluğu 2000-sonrasına ait olan çalışmaların zenginliği hakkında iyi bir fikir verebilir. (Ayfer Bartu Candan & Cenk Özbay (der.), Kültür Denen Şey: Antropolojik Yaklaşımlar, Metis, 2018) 

[14] Bu bağlamda aynı derleme içinde (Kültür Denen Şey), Aksu Bora’nın ‘’Feminist Antropoloji’’ ve Suavi Aydın’ın Kürtlerle beraber diğer azınlıkları da kapsayan ‘’Antropolojide Etnik Azınlıklar ve Konar-Göçerler’’ başlıklı aydınlatıcı makalelerine bakılabilir.

[15] Gene aynı derleme içinde, Berna Yazıcı’nın ‘’Devlet Antropolojisi’’ başlığıyla bu gelişmeyi bir çok yönden ele alan bir değerlendirmesi de mevcuttur.

Boğaziçi Üniversitesi ve Elitizm

Ocak 25, 2021

Boğaziçi Üniversitesi’ne (BÜ) rektör atanmasıyla ilgili protesto gösterilerinin yeni bir Gezi olayına yol açabileceğini düşünenler çıksa da, bu ihtimalin fazla yüksek olmadığını görmek zor değil. Hoş, hangi kıvılcımın nerelerde ne yangınları ateşleyeceği önceden kestirilemez, ama Gezi’den bu yana şartlar hayli farklı gibi. Paranoyası o noktaya varmış durumda ki, Gezi türü alevlenmelerin önünü kesmek için iktidarın baştan davranıp göze almayacağı müdahale ve baskı yok.  Ayrıca, uzun bir zamandır toplum üzerindeki ölü toprağı pandeminin de etkisiyle daha da katmerlenmiş durumda. Ancak, yeni rektör ve atanma tarzıyla  ilgili tartışmalar hemen söneceğe de benzemiyor.

Sınırlı dönemlerle de olsa, hem öğrenci hem öğretim görevlisi sıfatıyla Boğaziçi Üniversitesi’nin havasını solumuş biri olarak, bir çift söz söylemeden geçemeyeceğim.

Konunun iki vechesi var. Birincisi, cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanan Prof. Melih Bulu’nun liyâkatı ile ilgili. BÜ camiasında tanınmaması, dahası, tatminkâr akademik niteliklere sahip olmadığına ilişkin şüpheler uyandırması, başlı başına bir sorun. Ama daha önemlisi, AKP iktidarıyla olan bağlantısı. Kuşkusuz, bir akademisyenin bir siyasal partiye veya siyasal iktidara yakın olması yahut hizmet sunması az görülen bir durum değildir ve gayet doğaldır; bilimsel özerkliğini koruduğu sürece, akademik duruşuna da halel getirmez böyle bir durum (Tam tersine, çoğu kez akademik hayatını zenginleştiren bir deneyim olduğu da söylenebilir). Fakat kişinin akademik kimliği daha başından itibaren kendi bilimsel çalışmalarından değil, doğrudan siyasal bağlantı ve  faaliyetlerinden kaynaklanıyorsa, o kişinin akademik çevrelerde fazla bir saygınlık görmesi beklenemez—hele bir de bağrında yetişmediği veya çalışmadığı bir kurumun tepesine gelmişse. Bu saygınlıktan yoksun birinin, sadece rektörlük makamının gücüne dayanarak, kendinden daha donanımlı ve yetkin kadrolara söz geçirmesi ve koca bir üniversiteyi çekip çevirmesi pek mümkün olmasa gerek. İşleri zorlama ve dayatma ile yürüttüğü takdirde ise, bundan üniversitenin fazlasıyla zarar göreceği kesin.

Sorunun rektörün şahsi niteliklerinden bağımsız olarak, rektörlüğe geliş tarzında yattığını söyleyenler haklı kuşkusuz; ancak zarf tamam da, mazrufun kendisi de gözardı edilmemeli: yukarıdan paraşütle de gelse, BÜ’lüler tanıdıkları yahut saydıkları bir profesöre acaba aynı tepkiyi gösterirler miydi? Sözgelimi, RTE Boğaziçi rektörlüğüne Daron Acemoğlu’nu davet etseydi (elbette etmezdi, ama biran için ettiğini varsayalım), Acemoğlu da bu davete icabet etseydi (elbette etmezdi, ama biran için ettiğini varsayalım), BÜ’lüler Bulu’ya gösterdikleri tepkiyi bu atamaya gösterirler miydi? Herhalde hayır. RTE, BÜ’nin atmosferine hayli yabancı olmasına rağmen akademik varlığından şüphe duyulmayan muhafazakâr bir profesörü (sözgelimi Ekmelettin İhsanoğlu’nu) tayin etseydi, BÜ’lülerin ona bile tepkisi muhtemelen aynı şiddette olmayacaktı.

Lâkin, problemin esasen rektörün geliş tarzında düğümlendiğini teslim etmek gerek. Nihayetinde, allâme-i cihan da olsa, bir akademisyenin kendi kurumu tarafından seçilmek yerine sorgusuz sualsiz yukarıdan siyasi atamayla rektörlük koltuğuna oturmasının prensipte kabul edilir bir yanı yok. O bakımdan sapla samanı karıştırmamak lâzım: protestocuların da ısrarla vurguladığı gibi sorun, Prof. Bulu’un kifayet yahut kifayetsizliğinden bağımsız olarak, üniversitenin özerkliği ve üniversiteyi oluşturan öğretim/öğrenci kadrolarının (‘’paydaşlar’’ının) adam yerine konup konmamasıyla ilgilidir. Bunun da ötesinde, üniversiteyi üniversite yapan başlıca değer olan özgürlük mefhumuyla ilgilidir sorun.

Prof. Bulu, atanmasının normal olduğunu, dünyadaki uygulamaların da farklı olmadığını söylemiş ayağının tozuyla. Şimdi, üniversitelerin mükemmel demokrasi örnekleri olduğunu iddia etmek doğru değildir elbet. Dünyadaki en prestijli üniversitelerin bile işleyişinde türlü arkaik pürüzler ve tıkanıklıklar bulunabilir. Rektörlerin de, ister bakan, ister başbakan yahut devlet başkanı tarafından olsun, bir şekilde siyasi otorite tarafından genellikle resmen ‘’atandığı’’ doğrudur. Ama usulen yapılan, sembolik atamalardır bunlar; uzun ve titiz seçim süreçlerinden çıkan sonuçların devlet tarafından onanmasının—ve hiç değilse zımnen desteklenmesinin—ötesinde pek bir anlam taşımaz. O bakımdan Bulu’nun protestocular karşısında can havliyle söyledikleri asılsızdır (Prof. Burhan Şenatalar’ın Bulu’nun iddialarının asılsızlığıyla ilgili açıklayıcı yazısı için bkz: https://noktahaberyorum.com/rektorlerin-atanma-yontemi-hakkinda-yanlis-iddialar-burhan-senatalar.html).

Bulu’nun bir başka iddiası var ki, gerçekten de iddialı bir vaadi içeriyor: rektörlüğü döneminde BÜ’yü dünyanın ilk yüz üniversitesi arasına sokacağını müjdelemiş. Maalesef duyanlarda buruk bir gülümsemeden başkaca bir etki yaratamayacak bu iddia, Bulu’nun kendine nasıl bir misyon biçmiş olduğuna da ışık tutuyor: tökezleyen, patinaj yapan bir kurumu şaha kaldıracak bir teknokratı, yahut iflasa sürüklenen bir şirketi kâra geçirecek bir CEO’yu tarif eden bir misyon bu. Böyle bir misyonda, bir kurumun başına geçen kişinin o kurum ve meslekten olup olmamasının önemi yoktur. Bir hastane yöneticisinin doktor, ya da bir motor fabrikası yöneticisinin makine mühendisi olması nasıl gerekmiyorsa, bu çerçevede rektör seçilen kişinin akademisyen olması da gerekmez. Dahası, böyle bir rektörün, yönettiği kurumun gelenek ve teammüllerine uyması da gerekmez. Tersine, şaha kaldırmayı hedeflediği üniversiteyi sarsacak, icabında hallaç pamuğu gibi atacak tıynette biri olması beklenir.  

Rektör Bulu’nun, ‘’verimliliği yükseltme’’ye odaklanmış bir ‘’teknokrat’’ kimliğiyle BÜ’deki iğreti konumunu gizlemeyi başarması kolay değil. Böyle bir kimliğe uygun olup olmadığı bir yana, bizzat kendisinin inandığı da şüpheli. Onu BÜ’ye atayan RTE’nin ise tek derdinin tüm ülke sathı üzerinde kurduğu denetimi en ufak bir boşluk bırakmamacasına BÜ üzerinde de genişletmek olduğu, Bulu’dan beklentisinin de bir parti komiserinin yapabileceğinin pek ötesine gitmediği yeterince açık.

Normal şartlarda, RTE gibi yirmi yıla yakındır kesintisiz iktidarda bulunan bir siyasetçinin, karşısında doğal olarak genişleyen muhalefeti büsbütün azdırmamak için, bazı hoşlanmadığı kurumlara ve ‘’yaşam tarzı’’ adacıklarına fazla ilişmeme, onları kendi hallerine bırakma ferasetini göstermesi beklenir. RTE’nin âdeta bir rol modeli olarak benimsediği Sultan Abdülhamid bile, otuz yılı aşan hükümranlığını sadece  istibdat idaresine değil, biraz da belirli aşama ve mahallerde gösterdiği bu ferasete borçluydu. Dillere destan paranoyasına daima yenilmediği, en azından BÜ’nün nüvesini oluşturan Robert Kolej konusunda da olduğu gibi, elinin altındaki her arı kovanına çomak sokmaktan imtina etme becerisini gösterdiği söylenebilir. En ufak bir danışma ve ikna çabasına dahi girmeksizin BÜ’ye rektör dayatarak, RTE gücüne nasıl güç kattı, ‘’durduk yerde’’ ilave bir huzursuzluğa sebep olmak dışında, ne kazandı, doğrusu anlamak zor. İster istemez, amaçladığının tam da bu huzursuzluk olduğunu düşünmek mümkün.

Fakat özellikle BÜ sözkonusu olduğunda, RTE’nin bu dayatmacı tavrını doymak bilmez denetim iştahıyla açıklamak yetersiz kalır sanırım. Yakın çevresindekilerin bazı sözlerine bakılırsa, burada ‘’elitizm’’e karşı derin bir tepki olduğu, bu tepkinin ise elitizmin başlıca kalelerinden sayılan BÜ’ye pek de iyi gizlenemeyen bir haset şeklinde yöneldiği anlaşılıyor. BÜ’nün ‘’Boğaz’a nazır viskisini yudumlayan’’ tuzukuru zümreyle kolayca özdeşleştirilegelmesinin de bu haset birikiminde bir payı olsa gerek. Fakat burada asıl problemin, elit olan hemen her şeye karşı duyulan eziklikten doğduğu, bu ezikliğin de RTE ve çevresinin sınıfsal kökeninden kaynaklandığı malum. Bu eziklik, varoşlarda yaşanmış yoksunluk ve dışlanmışlığın yarattığı değişmez bir ruh halidir. Yukarılara tırmanılıp, sonunda saraylarda oturulsa da, kolayca kurtulunamayacak bir ruh halidir bu. Herhalde, ancak bizzat sarayda doğmuşların asla tanımayacağı, bilemeyeceği bir ruh hali (Sultan Abdülhamid’le bir fark daha!).

BÜ ile ilgili olarak, RTE ve çevresinin de paylaşır göründüğü ‘’zenginlerin okulu’’ algısı gerçeği yansıtmamaktadır.  BÜ’nün   sosyolojisi belli: bu üniversite bir devlet kurumudur; buraya zorlu bir yarıştan sonra bileklerinin gücüyle giren öğrenciler, öğrenimlerini bedelsiz sürdürme imkânına kavuşur. Her kaliteli eğitim kurumu gibi, BÜ de tabiatıyla toplumda yükselmenin ve sınıf atlamanın etkili bir aracıdır; fakat bir kısım özel vakıf üniversitesinden farklı olarak, bu üniversitenin öğrencileri ağırlıkla orta gelirli ailelerin (hatta yatılı sayısına bakılırsa, hatırısayılır oranda düşük gelirli ailelerin) çocuklarıdır, zengin çocukları değildir; aynı şey BÜ’nün öğretim kadrosu için de söylenebilir (Tabii bu gerçek, bir takım ehli keyif hocanın Boğaz’a nazır viski yudumlamasına engel teşkil etmez; kaldı ki, son bindirilen vergilerle viskinin milli içkimiz rakının yanında ucuz kaldığı unutulmamalı!).

Pek çok öğrencisi ve mezununun vurguladığı gibi, BÜ elit bir okuldur, ama elitist değildir. Her elit yapı, dışarıya karşı belirli bir kapalılık ve geçirmezliğe sahiptir. Yani elini kolunu sallayan herkes elit yapıya giremez, bünyesine dahil olamaz. Elitist yapılar da böyledir; fakat aralarındaki fark şudur: elitist yapılara girmek için varlıklı ve/veya statü sahibi olmak gerekir. Örneğin masonluk böyledir. Bir takım dini cemaatler de bu kategoride düşünülebilir. Gerek seküler gerek seküler olmayan türlü ideolojiler ve inanç sistemleri bu yapıların düşünsel tutkalını oluşturur; bu düşünsel tutkal, onlara belirli bir kamusallık ve evrensellik kisvesi kazandırsa da, aslında çeşitli şahsi ve özgül menfaatlerin güçlendirilmesi ve kollanmasına dönük yapılardır bunlar. Elitist yapılar daima elit olduklarına inanır veya kendilerini öyle pazarlar; fakat gerçekte ne kadarı öyledir, o da tartışılır.

Elit yapılara gelince, onlar da pekâlâ elitist bir söylem tutturup, elitist bir görüntüye bürünebilirler. Lâkin, nasıl ki elitist yapılar hiç de elit olmayabiliyorsa, elit yapıların da elitist olması gerekmez; çoğu durumda da, varoluş şekilleri ve söylemlerinin bırakabileceği izlenimin aksine, yapısal olarak elitist oluşumlar değildir bunlar. Zira elit yapılar, spesifik çıkarlara ve statülere değil, bilgiye ve düşünsel donanıma dayanan kurumlardır. Sözgelimi, İngiliz Kraliyet Camiası (The Royal Society), yahut muadili Fransız Bilimler Akademisi gibi kuruluşlar bu yapıların has örnekleridir. Keza, Cambridge, Oxford, Harvard gibi üniversiteler de bu kategorideki örneklerdendir. Büyük ayrıcalıklar taşıyan ve üreten bu kurumların yerleşik müdavimi olmak fevkalâde zordur, malum. Yapıları gereği, ufak bir gurubu ‘’içeri’’ye alırken, büyük çoğunluğu dışarıda bırakan kurumlardır bunlar. O bakımdan, görüntüleri her zaman sevimli bulunmayabilir. Fakat nihayetinde, nefesi çıkışan, yani bilimsel ve mesleki birikimi en üst düzeyde yeterli görülen her faniye kapıları prensipte açıktır bu kurumların. Yüksekçe bir fildişi kule olarak, BÜ’nün de durumu bu örneklerden pek farklı sayılmaz. Velhasıl, elitist olduğu için eleştirilere maruz kalıyorsa ne âlâ; fakat düpedüz elit olmasından ötürü gocunulacak pek bir yönü yoktur BÜ’nün.

Sözümü bitirmeden, bu elitizm münakaşalarında gözüme çarpan bir hususa da değineyim. İlginç bir şekilde, kimileri BÜ’nün elitist olmadığını savunurken, kimisi de bunu bir veri olarak kabul edip, BÜ’yü elitist olmakla suçlayan AKP yanlılarının çelişkiye düştüğünü, çünkü atanan Prof. Bulu’nun da pekâlâ bir başka elitin, bizzat ‘’AKP eliti’’nin bir üyesi olduğunu ileri sürdü. Kanımca, yanlış bir argüman bu. Zira, bir takım siyasi örgütlenme faaliyetlerinde bulunmuş olmasına rağmen, Bulu’nun AKP’nin ‘’iç çember’’inin bir parçası olduğu tartışılır. Dahası, bu iç çember içinde ‘’AKP eliti’’ diye bir şeyden bahsetmek kolay değil.  Elit deyince, belirli temayül ve gelenekler, istikrar, öngörülürlük ve bir miktar da düşünsel içerik akla gelir. Bir de tabii, düşünen, konuşan, fikriyle varolan birden fazla sayıda insan. AKP’nin tepesinde rastlanan özellikler değil bunlar—en azından uzun süredir hiç kalmışa benzemiyor. Eğer bugün bir ‘’AKP eliti’’ olsaydı, BÜ’ye atanan rektör de, atanış şekli de farklı olmaz mıydı?

_________________________________________________

Bu yazı, 20 Ocak 2021’de Birikim Güncel’de yayınlanmıştır.

Fransa’ya n’oluyor?

Kasım 5, 2020

Geçen ay boyunca Türk kamuoyunu meşgul eden Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesi, Fransa’yı da gündeme taşıdı. Bu ülkenin neredeyse can havliyle Yunanistan’ın safında öne atılması, yaygın bir tepkiye neden oldu. Doğu Akdeniz’deki gerilim hafiften azalsa da, Fransa konusu hâlâ dillerden pek düşmüş değil.

Bilindiği gibi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, iktidara geldiğinden beri AB’nin kurumsal olduğu kadar askeri açıdan da güçlenmesini ve ortak bir irade geliştirerek gerektiği hallerde dişini göstermesini savunanların başını çekiyor. Doğu Akdeniz’deki gerilim mahaline filo göndermekte tereddüt etmemesi de genellikle bu yaklaşımına bağlanıyor. Ancak bu yaklaşımının gerisinde derin bir Yunanistan sempatisinin bulunduğuna şüphe yok. Macron’un AB’nin kolektif çıkarlarıyla Yunanistan’ın ulusal çıkarları arasında en ufak bir ayrım gözetmemesinde bu sempatinin epey bir rolü olsa gerek.

Fakat Türk kamuoyunda hakim görüş o ki, Macron’un Doğu Akdeniz’deki tavrı Yunanistan sempatisinin yanısıra Türkiye’ye yönelik husumetinden de kaynaklanıyor. Türkiye’deki tek adam rejimine duyduğu antipatinin bu husumetinde muhakkak bir payı vardır, ama tek etken olmadığı yeterince açık. Türkiye’nin son yıllarda Afrika’daki eski Fransız nüfuz bölgelerine burnunu sokması da elbette önemli bir etken, ama tek başına belirleyici olduğu şüpheli. Etkenler birden fazla ve epey karmaşık olunca, şu minvalde soruların çoğu insanın aklına takılması boşuna değil: ‘’Fransa’ya n’oluyor? Sahi, Türkiye ile derdi ne?’’

Bu sorunun yanıtını, Avrupa’ya Hayır Diyebilen Türkiye adlı kitabında Cem Kozlu çoktan vermişe benziyor.(Remzi Kitabevi, 2011)  Geçenlerde her nasılsa yeni bir baskıymış gibi kitapçı vitrinlerinde sergilenen bu kitabında, Kozlu’nun Avrupa ve özellikle de Fransa ile ilgili çok keskin gözlemleri var. Kitap ilk yayınlanalı aslında on yıla yaklaşıyor, fakat güncel tartışmalara perspektif kazandırma açısından bugün de değerini koruyan bir yapıt.

Kozlu’nun gözlemleri kısaca şu başlıklar altında ifade edilebilir: Tam da siyasi birliğinin oluşmasına denk gelen son yarım asırlık dönemde, Avrupa bir yandan yeni bir cazibe merkezi olurken, öte yandan dünyadaki merkezi konumunu kaybeden bir kıta durumundadır—giderek yaşlanan, çalışma azmi ve temposu azalan, teknolojide patinaj yapan, durgunlaşan bir kıtadır bu: dolayısıyla da, hem siyasi ve iktisadi hem de askeri bakımdan ABD’nin iyice gerisine düşen, Çin, Hindistan, Brezilya gibi ‘’uyanan devler’’ karşısındaki üstünlüğünü de muhafaza edemeyen; velhasıl, dünya güçler dengesinde hemen her bakımdan zemin kaybeden bir kıta.

Bu kıtanın geriye kalan ve belki de büsbütün kıymete binen tek cazibesini, Kozlu şöyle tarif etmiş: ‘’Tarihi kentler, zengin müzeler, yeşil ormanlar, pırıl pırıl göller, şuh biçimde bel kıvıran nehirler, onların çevresindeki bağlar ve yamaçlarda yükselen şatolar, şiir gibi oynayan futbol takımları, sülün gibi mankenler, kafelerde 20. Yüzyılın üslubunu sürdüren entelektüeller… Yani, dünyanın en büyük açık hava müzesi ve nesli tükenmekte olan, eğlenmesini, dinlenmesini iyi bilen hoş insanlar.’’(s.47) Bunlara köklü insan hakları, işçi hakları, mülkiyet hakları, sosyal devlet ve hukuk devleti gibi daha soyut fakat eşit derecede elzem ve hoş şeyler de ilave edilebilir elbet.

Kozlu’nun bütün bunlara bir itirazı yok. Ne Ulusalcılara ne de İslamcılara özgü kindar bir Avrupa veya Batı reddiyesi içinde olmadığı belli. Temel varsayımı, kendi deyimiyle, ‘’Türkiye’nin Batı’ya doğru bin yıllık yolculuğunun devam etmesi gerektiği; uzun vadede bunun halkımızın refah ve güvenliği için en doğru yön olduğu.’’(s.13) Fakat Kozlu, AB’ye üyelik sürecinin bu uzun yolculuğu kolaylaştırmak yerine büsbütün zora soktuğu, bir ‘’dostluk projesinin bir düşmanlık vesilesine dönüşme tehlikesi’’ taşıdığı görüşünde. Ona göre, Avrupa’da Türkiye’ye karşı ‘’kutsal bir siyasi ittifak’’ vardır ve ‘’bu ittifak çözülmeden üyeliğimizin tüm üyelerce onaylanması ve geçerli hale gelmesi mümkün değil’’dir. Kaldı ki ‘’genişleme AB’yi yormuş, âdeta bezdirmiştir.  Bu ve 11 Eylül’den (2001 İkiz Kule saldırılarından) sonra artan İslam ve göç korkusu karşımızdaki ret cephesinin elini güçlendirmekte’’dir. Avrupa’nın demografik ve ekonomik dinamiklerinin giderek olumsuzlaşması, ‘’bir taraftan Türkiye aleyhtarı parti ve politikacıları güçlendirmekte, diğer taraftan da Avrupa’nın bizim için cazibesini azaltmakta’’dır. Dahası, günün birinde Türkiye AB üyesi olsa bile, uzunca bir süre serbest dolaşım hakkından peşinen feragat ettiği için, Türkiye’nin bu üyeliği eksik ve bir anlamda ikinci sınıf bir üyelik olacaktır.(s.15-17)

Bu şartlarda, Kozlu’nun getirdiği öneri şu: Türkiye AB üyeliği perspektifini kaybetmemeli, fakat üyelik yolunda kilitlenip kalmadan, ‘’üyelik gerçekleşmediği taktirde süreç boyunca önemli fırsatları kaçırmaktan’’ sakınmalıdır. Bunun bir yolu AB’ye gereksiz tavizler vermekten kaçınmaksa, diğer yolu da dostu düşmandan ayırma sabır ve becerisini göstermek, yani AB içindeki ‘’Türkiye düşmanları’’nı bizzat kendi mahallelerinde yalnızlaştırarak, mümkün mertebe dost kazanmak ve halihazırdaki ‘’Türkiye dostları’’ ile de güç birliğine gitmektir.

Kozlu’ya göre, ‘’AB yolundaki en güçlü, en azılı ve en mütecaviz düşmanımız Fransa’’dır: ‘’Türkiye’nin hiçbir temel Fransız çıkarı veya stratejisine ters düşen bir tutumu olmamasına rağmen…, her fırsat ve forumda bize çelme takmaya, rüzgârımızı kesmeye, çıkarlarımızı engellemeye, düşmanlarımızı cesaretlendirmeye ve dostlarımızı caydırmaya’’ çalışan bir ülkedir Fransa. Bu olumsuz tavrın kaynağını Türklerden çok Fransızlarda aramak daha doğru olsa gerek, zira şöyle diyor Kozlu: Fransızlar ‘’başka hiçbir ülke ve milleti beğenmezler. Özellikle, iki kez dünya savaşlarında ellerinden tutan Amerikalılara cahil ve köylü muamelesi yapar, kendilerini kültürel olarak üstün görürler. Tarih boyunca sürtüştükleri İngilizlerden hazzetmezler. Sadova, Sedan ve iki dünya savaşında yenilgiye uğratmış Almanlara olan nefretlerini onların gücü nedeniyle daha ölçülü taşır ve Almanya’yı kendi stratejileri çerçevesinde yönlendirmek isterler.’’(s.120)

Fransızların olumsuz tavrı Türklerle sınırlı olmasa da, bu tavrın Türkiye özelindeki gerçekliğini görmek ve ona göre hareket etmek elzemdir Kozlu’ya göre. Bu da, ‘’Fransa’nın düşmanlığına geniş bir yelpazede, uzun bir zaman diliminde, serinkanlı ve diplomasi teamülleri çerçevesinde karşılık vermek’’ demektir. Tabii Fransız ürünlerini boykot etmek gibi, ‘’kısa süreli, duygusal ve sürdürülemeyecek tepkiler’’ faydadan çok zarar getirir. Keza, ‘’büyük proje ve ihalelerden pay vermemek, özelleştirme ve bankacılık gibi alanlara sokmamak nispeten kolay’’ fakat sonuçları iyi hesaplanması gereken tedbirlerdir. Bunların yerine, sözgelimi Fransızların da aktif olduğu uluslararası inşaat projelerinde karşılarına çıkmak ve mevzi kazanmak daha doğru ve acıtıcı önlemlerden sayılabilir.  Sonuç olarak, nasıl ki ‘’Türkiye’nin AB’ye girip güçlenmesini engellemek’’ Fransa için açıkça telaffuz edilmeyen fakat değişmez bir devlet politikasıysa, Türkiye için de Fransa’ya dönük böyle bir politikanın geliştirilmesi şarttır: ‘’ekonomik alanda mücadele sabır, sükûnet, ketumiyet, koordinasyon ister. Dünya Ticaret Örgütü ve Gümrük Birliği gibi oluşumlara olan yükümlülüklerimize ters düşmeden ve hukuki açık vermeden idari yöntemlerle Fransa’nın Türkiye ekonomisinde ve Türkiye’nin nüfuza sahip olduğu bölgelere girmesi, buralarda genişleyip güçlenmesini engellemek temel ama sessiz bir devlet politikamız olmalı’’dır.(s.127-128)

Kozlu’nun Fransa’nın marjinalleşmesiyle ilgili söyledikleri, Avrupa’nın küresel planda marjinalleşmesiyle ilgili anlattıklarından da beter. Özellikle Fransa’daki ‘’önlenemez kültürel erozyon’’a dair tespitleri şöyle: ‘’Günümüzde Fransa küresel kültür hayatında bir dipnot konumunda. Kimse romanlarını çevirmeye değer bulmuyor, filmlerini izlemiyor, pop parçalarını internetten indirmiyor; en yaralayıcısı da dillerini öğrenmeye gayret etmiyor. Örneğin, her yıl Amerika’da yayımlanan Fransızcadan çeviri roman sayısı 10’dan az. Orhan Pamuk İngilizcede neredeyse tek başına tüm Fransız romancılardan fazla çeviri sahibi. Oysa, bir zamanlar Moliere, Balzac, Hugo, Flaubert, Proust gibi yazarlar evrensel boyutta okunur ve konuşulurdu. Gençliğimizde Camus, Sartre ve Malraux gibi yazarlar gündemimizdeydi. Günümüzde küresel etkiye sahip kaç Fransız şair, romancı, piyes yazarı, filozof, düşünür olduğunu söyleyebilirsiniz?’’

Hele modern Fransız romanı, ülkenin psikolojik ve moral durumunun doğrudan bir aynası gibidir Kozlu’ya göre: Fransa’nın ‘’içine kapalı, melankolik, kendiyle kavgalı, karamsar, kendi tabirleriyle ‘kendi göbeğine odaklı’ (nombriliste) havasını yansıtan’’ bir ayna. ‘’Başkaları için sıkıcı, renksiz, aşırı entelektüel.’’ Kozlu, bu durumun TV ve sosyal medyada da pek farklı olmadığını belirterek, gene soruyor: ‘’Amerikan, Brezilya, Meksika, Mısır, Hint, Türk dizileri kendi ülkelerinin dışında da izleyicilerle duygusal bağ kurabilirken, hiç herhangi bir Fransız dizisinin ününü duydunuz mu?’’(s.121)

‘’Önlenemez erozyon’’un bir diğer işareti de, bizzat Fransız mutfağında anlaşılan. Noktayı şöyle koyuyor Kozlu: ‘’Fransız kültürü belki de en vurucu darbeyi midesine yedi. Bir zamanlar en üst kalite yemeğin adresi olan Fransız mutfağı İtalyan, İspanyol, Çin, Hint, Japon mutfaklarının gerisine düşmekte. Genel pazarda pay kaybettiği gibi, Michelin yıldızlarıyla tanımlanan üst kesimde de irtifa kaybetmekte. Bugün Tokyo’daki Michelin yıldızlı restoran sayısı Paris’tekinden fazla.’’(s.123)

Kendi kişisel deneyim ve gözlemlerinden gayrı, Fransa’yı kıyasıya eleştiren bir takım Fransız veya Fransa gözlemcisinin yorumları da Kozlu’nun cephaneliğinde hiç eksik değil.  Fransız Kültürünün Ölümü, Fransız Melankolisi gibi sansasyonel eserlerin yazarları (Donald Morrison, Antoine Compagnon, Eric Zemmour, Dominique Moisi, vs.) bunlardan bazıları. Örneğin Moisi’nin ülkesini ‘’abus Fransa’’ diye tanımlaması ve yönetici elitlerini ‘’bencillik ve şüphecilikle, halkı ise aşırı evham ve özgüvensizlikle suçlaması’’ belli ki Kozlu’nun epey dikkatini çekmiş. Ve bir Fransız siyasetçisinin sözüne atıfta bulunarak, vardığı nihai hüküm herhalde şu: ‘’Fransızlar psikolojik olarak bitikler.’’(s.129)

Belirtmeye gerek yok, bir hayli kategorik ve toptancı tespitler bunlar. Hatırısayılır bir miktar yergi hatta nefret dozu da taşıdıkları söylenebilir. Doğrusu, bu tür tespitleri Cem Kozlu profilinde birinden duymak ilginç. Böyle sözler, genellikle ya  marjinalleşmiş—ve biraz kavruk—entelektüellerden, ya da toplum tarafından kenara itilmiş veya–göçmenler gibi—toplumsal bünyeye hiç alınmamış kesimlerden gelir; en azından onların dilinde ve üslubunda daha tanıdık durur. Oysa Kozlu, bu kesimlerden olmadığı gibi, bu kesimlerle pek işi olacak biri de değildir. Tersine, Türk Hava Yolları’ndan Coca Cola’ya dek, ulusal ve uluslararası sermayenin uzun yıllar tepe noktalarında bulunmuş bir iş dünyası insanıdır. Üstelik, Özal döneminde en muteber teknokrat prenslerden biri olarak, konvansiyonel ve yüksek düzey siyasetten nasibini almış biridir.

Kozlu’nun Fransa’ya dönük hissiyatını belki biraz Amerika bağlantısı açıklayabilir. Bilindiği gibi, Amerikan orta ve alt sınıflarının bilincinde hayranlıkla karışık güçlü bir Fransa alerjisi vardır. Eğitim ve aile bağlarıyla Amerika ile içli dışlı olan Kozlu’nun Fransa hissiyatında bu alerjinin izlerini sezmek mümkün. Fakat söylemindeki sertlik, hatta bilenmişlik, bu alerjinin hayli ötesine gidiyor gibi. Kitabını ilk kaleme aldığı dönemin Sarkozy iktidarı gibi fevkalâde menfi bir zaman aralığına rastlamasının bunda bir payı olabilir. Ama şimdi de yazıyor olsaydı pek birşey değişmeyecekti; üstelik Fransa’nın son çıkışlarına bakarak, herhalde görüşünün bir kez daha doğrulandığını düşünecekti.  

Kozlu, Fransa’yı bir ‘’düşman’’ olarak tanımlarken, ‘’evet, ağır bir tanım yaptığımın farkındayım’’ diyor, lâkin sormadan da edemiyor: ‘’ama doğru değil mi?’’(s.87) Kuşkusuz, Kozlu’nun anlattıkları arasında ‘’doğru’’ dedirtecek çok şey var. Ülkeler arasındaki menfaat çatışmalarının gerçek yüzü, sermaye ve siyasetin kapalı kapıları ardında sokakların gürültülü ve kavgalı ortamında olduğundan çok daha iyi görülür. O bakımdan bir üst yönetici olarak Kozlu’nun anlatısı, bazı basmakalıp önyargılarla malul olsa da, değerli tanıklık ve gözlemler içeriyor.  Ancak bu anlatıda temel bir problem var, o da Kozlu’nun Fransa’nın ‘’düşmanlığı’’na neredeyse ezeli, metafizik bir boyut atfeder görünmesi. Oysa şartlar ve tavırlar ne kadar olumsuz olursa olsun, şu gerçeği görmezden gelmek mümkün değil: devletler arasında ezeli dostluklar nasıl yoksa, ezeli düşmanlıklar da yoktur. Hele şimdiki gibi, ittifakların ve blokların başdöndürücü hızla çözülüp kurulduğu bir çağda.

Şüphesiz, dirençli husumetleri barındıran bazı istisnalardan bahsedilebilir. Sözgelimi, Fransa örneğinde Ermeni diyasporasının Türkiye’ye karşı ebedi bir husumet kaynağı olduğuna inananlar var; ama Kozlu’nun Fransa’nın Türkiye düşmanlığını bu özgül etkene bağlamadığını görüyoruz. Bağlamamakta da haklıdır, zira ülke siyasetindeki hatırısayılır ağırlığına rağmen Ermeni diyasporasının Fransız dış politikasını yönlendirecek güçte olduğunu savunmak zordur; her halükârda, örneğin ABD dış politikasını çekip çeviren Yahudi lobisiyle kıyaslanabilecek bir güçte olmadığı kesindir; buna zaten Fransa’daki siyasi yapılanma imkân vermez.

Kozlu’nun Fransa ile ilgili tespitlerine dönersek, bunlar arasında kültür alanına ilişkin söyledikleri özellikle dikkat çekici. Kültürün, ‘’Fransızların yumuşak karnı’’ olduğu fikrinden hareketle, yaptığı analiz ve öneriler şöyle: ‘’Fransızların kendi kültür ve tarihlerinin etrafında ördükleri efsaneden etkilenmemek, onlarla sürdüreceğimiz düşük dozlu ama uzun soluklu mücadelede özgüvenimizin yıpranmaması açısından çok önemli. Çünkü, neticede bu bir psikolojik mücadele. Onlar mütecaviz, biz ise haklıyız. Onların kültürel zaaflarını, tarihteki suçlarını ve günümüzdeki ikiyüzlülüklerini yüzlerine vurmak mücadelenin bir parçası. Bunu yapabilmek için her zamankinden daha donanımlıyız. Özellikle onların önemsedikleri bölgelerde, yani Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da yüzlerce Türk okulunda binlerce öğrenci okuyor. Bir kısmı ülkelerinin yönetici kesiminde görev alacak, entelektüel hayatını şekillendirecek, politikada liderliğe soyunacak. Onlara dünya ve bölge tarihini anlatırken Fransa’nın gerçek yüzünü tasvir edebilmek önemli. Bu imkânı dengeli ve serinkanlı biçimde kullanmak gerek.’’(s.123)

Hatırlayalım, yaklaşık on yıl önce kaleme alınmış satırlar bunlar. Kozlu günümüzde bu satırları yazabilir miydi, ya da bu satırların bir anlamı kaldı mı, doğrusu çok şüpheli.

Bahsettiği dış ülkelerdeki Türk okullarının ezici çoğunluğu Gülen cemaatine ait okullardı; bunlar şimdi kapatılmış ve öğrencileri de çil yavrusu gibi dağılmış durumda. Diğer taraftan, Türkiye’nin önde gelen yazar-çizer ve gazeteci kesiminin hapishaneleri teğet geçmiş hatırısayılır bir bölümü yurtdışında yeni bir sürgün zümresine dönüşmüş vaziyette. Ülkedeki yüksek eğitim çağındaki gençlerin yarıdan fazlası ise kapağı bir Batı—yahut Batı-bağlantılı—bir ülkeye atma derdinde. Velhasıl, o ‘’özgüvenimiz’’den pek eser kalmışa benzemiyor. Bu şartlar altında, Türklerin veya Türk dostlarının dış âlemde Türkiye’nin derdini kime nasıl anlatabileceği meçhul. Kozlu, Türkiye’nin ‘’yumuşak gücü’’nü kullanmasını ve geliştirmesini öneriyor ama, Türkiye bu güçten tamamen yoksun, kendisi salt ‘’kaba güç’’e dönüşmüş bir görüntü içinde.

Yerli-yabancı giderek daha çok gözlemcinin de teslim ettiği gibi, Türkiye tarihinin hiç bir döneminde bu kadar yalnızlaşmamış, komşuları ve hasımları ile ne adına veya ne uğruna çatıştığı hiç bu kadar belirsizleşmemişti. Ne için çatıştığı en belirgin olan son Doğu Akdeniz geriliminde bile, tutturduğu dediğim dedikçi söylemle haklılığını cümle âleme karşı ne kadar savunabildiği kuşkulu. Elbette, Türkiye ağzıyla kuş tutsa, diplomasinin tüm araç ve inceliklerini kullansa dahi, bölgedeki her oyuncuya tezlerini tümüyle kabul ettiremez. Hele baş hasmı Yunanistan ile bu herhalde imkânsızdır (Bir isim yüzünden Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ne çektirdikleri bile, Yunanistan’ın nasıl ölesiye pazarlıkçı ve hırçın olabileceğini hatırlamaya yeter.). Her halükârda, genellikle sanılanın veya umulanın aksine, varlıklarını ulus-devletler dünyasında sürdürdükleri sürece, en demokratik ülkeler arasında dahi kıyıcı ihtilafların baş göstermemesinin bir garantisi yoktur. Türkiye’nin komşu ve bölge ülkeleriyle müzmin ihtilafları bulunabilir; bunların bir kısmı elbette AKP iktidarından önce de vardı, sonrasında da olmaya devam edecek. Bütün bunlar kabule şayan gerçeklerdir. Fakat şunları sormadan da geçmek zor: Doğu Akdeniz geriliminde Türkiye’nin bu kadar desteksiz ve ittifaksız kalması kaçınılmaz mıydı? Gerilimi Yunanistan’ın çıkardığı veya tırmandırdığı iddia ediliyor; bu iddia doğru olsa bile, Yunanistan’ın ‘’durduk yerde’’ hır çıkarmaya cesaret bulmasında Türkiye’nin uluslararası arenada yalnızlaşmasının hiç mi payı yok? Ve bu yalnızlaşmada Türkiye’deki rejimin otokrasiye dönüşmesinin de mi hiç payı yok? Bu etkenlerin Yunanistan’ın tavrındaki payı herhalde küçümsenemez; ama belki ondan da çok, Fransa’nın  davranışlarında önemli bir rolü olduğu şüphe götürmez.

Kozlu, Fransa’dan bahsederken, ‘’onlar mütecaviz, biz ise haklıyız’’ diyor. Hangi konularda haklıyız, ayrıca haklılığımızı savunmakta ne kadar ehiliz, bunlar ayrı konular. Fakat şu kadarı açık ki, Fransızların mütecaviz olması için elimizden ne geliyorsa yapmaktayız sanki.

Son bir taptaze örnek, Fransa’da çıkan yeni karükatür kriziydi. Duyduğumuza göre, Fransa’daki bazı resmi binalara Hz. Muhammed karikatürlerinin görüntüleri yansıtılmış. Charlie-Hebdo adlı mizah dergisinde bir zaman önce yayınlanıp da fırtınalar koparan karikatürler. Belli ki, laiklik ve ifade özgürlüğünün savunusu adına verilen bir mesaj. Kuşkusuz, Müslümanları bir kez daha rencide eden bir mesaj aynı zamanda. Fakat resmi makamların bu girişimi yetmemiş, Charlie-Hebdo dergisi de aynı günlerde Recep Tayyip Erdoğan’ı hicveden bir karikatürü kapağına taşımış. Aklınca Erdoğan’ın riyakârlığını sergileyen çirkin ve eblehçe düşünülmüş bir karikatür(Eblehçe, çünkü Erdoğan’ın riyakârlığı daha iyi işlenebilirdi. Sözgelimi, madem ki dikine gitmeye kararlılar, Müslümanlığa leke sürdürdüğü için Erdoğan’ı azarlayan bir Hz. Muhammed tasviri yapsalardı pekâlâ daha anlamlı olabilirdi örneğin.).

Bu tür tepki ve girişimleri Müslümanların ve özellikle Türklerin provokatif ve ‘’mütecaviz’’ hareketler olarak algılaması ve tepki göstermesi doğal. İyi de, Fransızları böyle hareketlere sevkeden bir olaylar dizisi var ve bunları görmezden gelmek de kolay değil.

Dizi, sanırım Fransa’nın Türkiye’den tayinle gelen imamları kabul etmekten vazgeçmesiyle başladı. Fransız yetkililer, bu imamların bir kısmının Fransa’daki Müslüman ve Türk cemaatlerini genel toplumdan yalıtarak yalnızlığa, radikalizme ve sonunda teröre yönlendirdiği kanısındaydı. Türkiye’nin önemli ‘’ihracat’’ kalemlerinden sayılabilecek imamların Fransa’ya sokulmaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yeterince öfkelendirmişti, fakat ardından Fransız mevkidaşı Macron’un kalkıp ‘’İslam’ın reforma ihtiyacı olduğu’’nu dillendirmesi, onu iyice çileden çıkardı. ‘’İslam’da reform yapmak sana mı kaldı?’’ diyerek tepki veren RTE’nin hışmı, Fransa Cumhurbaşkanına dönük hakaretamiz ve seviyesiz salvolarında ifadesini buldu.

Macron’un müdahalesinin pek yakışık kaçmadığı ve diplomatik teamüllere de uymadığı söylendi. Olabilir. Ancak şurası açık ki  Macron’un sözleri, bir kâfirin İslam ilahiyatına müdahalesini değil, İslamcılık akımının kendi toplumunda yarattığı istikrar ve güvenlik sorunlarından rahatsızlık duyan bir siyasetçinin endişelerini yansıtıyordu. Daha ziyade bir temenni ve İslam âlemine bir çağrı niteliği taşıyordu ki bu da aklı başında kimsenin gocunmasını gerektirmeyen, özünde yeterince meşru bir taleptir.

Derken, Fransa’da boğazı kesilen öğretmen olayı patlak verdi. Sınıfında ifade özgürlükleri bahsini anlatan bir lise öğretmeni, malûm Hz. Muhammed karikatürünü gündeme getiriyor. Fakat sınıfındaki Müslüman öğrencilerin duyarlılıklarını hesaba katmayı da ihmal etmiyor, karikatürün gösterileceği derse girmemekte serbest olduklarını söyleyerek onları önceden uyarıyor. Fakat öğrencilerinin inanç ve duygularına gösterdiği bu hassasiyeti, onu İslamcı bir fanatik tarafından katledilmekten kurtarmaya yetmiyor.

Zurnanın zırt dediği yer de işte burası: İslam adına veya İslamcı taassup yüzünden yaşanan böyle bir vahşet karşısında, RTE gibi Müslümanların hamiliğine soyunan bir lider ne yapar? En azından olayı kınayıcı iki çift söz söyler. İlle ve lâkin, yardımcısından sonunda cılız bir ses gelinceye kadar, RTE’den günler boyu tık çıkmadığını gördük. Yoksa neden, Macron’a kızgınlığı mıydı? Bu bir neden değil elbet, hele bir mazeret hiç değil. Neden belli: RTE, ya Hz. Muhammed’i her resmeden ve  hicveden için ‘’katli vaciptir’’ hükmünü onaylıyordu, ya da onaylamasa da, onaylamadığını kendi kitlesine haykırma cesaretinden yoksundu. Her iki durumda da hayli vahim bir tablo çıkıyor ortaya. Zira günümüzde hiçbir din, kendi kutsalına laf kondurmama adına ‘’kafa kesme’’yi haklı göstererek varolma şansına sahip değil; dolayısıyla her din gibi İslam’ın da herşeyden önce şu kafa kesme işini bir karara bağlaması lâzım.  Bu karara varılmasında da, RTE gibi İslam adına konuşmayı sevenlerin önemli bir sorumluluk taşıdığı muhakkak. Macron’un ‘’İslam’da reform’’ talebi de, İslam âleminde birilerinin bu sorumluluğu alıp adım atmasına dönük bir çağrının pek ötesine gitmiyor olsa gerek.

İslam dünyasından bu çağrıya kulak verecek kim çıkar, bilinmez. Ama RTE’nin bu çağrıya ve benzeri temennilere kulak asacak bir görüntüsü hiç yok.  Şurası aşikâr ki, RTE’nin güdümündeki Türkiye, Kozlu’nun öngördüğü şekilde ilerlemiyor maalesef: haklılığını savunamıyor, savunayım darken büsbütün haksız duruma düşüyor; bunları yaparken, bizzat Müslüman komşularına yaranamaması da cabası. Evet, şimdi ‘’Avrupa’ya hayır diyebilen bir Türkiye’’ var, ama Kozlu’nun görmek istediği Türkiye herhalde bu değildi.

Kitabını bugün kaleme alıyor olsaydı, Kozlu aynı iyimserlik ve özgüvenle yazar mıydı, çok şüpheli. Şu satırlarına bakılırsa, aslında daha o zamandan gelecek sıkıntılı günleri sezinlemiş: ‘’Demokrasi ve özgürlüklerin temeli olan hukuk sistemimiz her zamankinden daha derin tartışmaların odağı haline geldi; üzerinde kara bulutlar dolaşıyor.’’ Bu bulutların yoğunlaşması halinde, hedeflediğimiz cesur politikaları uygulayacak ‘’ne yüzümüz ne de özgüvenimiz kalır’’ demekten de kendini alamamış. Dahası, sözkonusu politikaları öneren kitabının o durumda ‘’fuzuli bir gayret olarak rafta tozlanacağından’’ da dem vurmuş.(s.191) ‘’Fuzuli bir gayret’’ olduğu söylenemez, fakat bu yapıtın rafta tozlanma riski elbette az değil.

__________________________________________________

5 Kasım 2020’de K24 Kritik’te yayınlanmıştır.

Ayasofya’da Çoklu İbadet*

Temmuz 25, 2020

Ayasofya’nın camiye dönüştürülme kararının ardından, MHP lideri Bahçeli’nin ‘’Türkiye artık söz dinleyen değil, sözü dinlenen bir ülkedir’’ mealindeki beyanatı ilginçti. Sanırsınız ki Ayasofya’nın 1934’de müze yapılma kararı bağımsızlığını gölgeleyecek şekilde Türkiye’ye o dönemde yabancı devletler tarafından dayatılmıştı da, şimdi güçlenmiş bir Türkiye, şaha kalkıp o kararı elinin tersiyle iptal ediyor. Milliyetçi şahlanış böbürlenmelerinin bir kof örneğine daha tanık olduk böylece.

Cumhuriyet tarihimize azıcık vakıf olan herkes bilir ki, Ayasofya’nın müze yapılma kararı dış alemden dayatma sonucu alınmamıştı. Dönemin ‘Düveli Muazzama’sından gelen bu yönde bir talep yahut telkin de mevcut değildi. Bu karar, Atatürk’ün diğer pek çok konuda yaptığı gibi, attığı beklenmedik ve sürpriz adımlardan biriydi. Bu adımı atarak, Batı’ya bir jest yapmak istemişti. Anlamlı bir jestti bu; zira Ayasofya herhangi bir mabet değildi: beş yüz küsur yıllık bir cami geçmişi vardı ama, ondan çok daha uzun bir kilise geçmişi de vardı. Üstelik tüm bir Hıristiyan—özellikle de Ortodoks—aleminin gönlünde ayrı bir yere sahipti. Böyle bir yapıyı müzeye çevirerek, Atatürk Türkiye’yi laik bir potada Batı ile yakınlaştırma arzu ve iradesini göstermek amacındaydı. Bu arzusunun temelinde, medeniyetlerin kendi özgül dinlerini geride bırakarak evrensel bir insanlık noktasında buluşacağına dair o dönemde hayli egemen olan pozitivistçe bir varsayımın varlığından da bahsedilebilir. Her halükârda, asırlarca süren çekişme, çatışma ve savaşların ardından, bu doğrultudaki bir jesti Atatürk’ün Batı’ya uzatılan bir zeytin dalı olarak değerlendirdiği muhakkaktır.

Ayasofya’yı müzeye dönüştürmek, ancak kendine güvenen bir liderin alabileceği bir karardı. Fakat aksine, bunu Batı’ya verilmiş bir taviz olarak görenler de vardı. ‘Taviz’ şöyle dursun, ‘sırtlarına saplanmış bir hançer’ gibi algılayanlar da eksik değildi. Küçük bir azınlık olmakla beraber, bu İslamcı kesim Ayasofya’yı camiye geri çevirmek için her devirde didinip durdu. Ne var ki, bugüne kadar en sağcı veya ‘muhafazakâr’ hükümetler bile (AKP hükümetleri de dahil), bu kesimin duyarlılık ve taleplerine pek kulak asmamıştı. Zira bizzat RTE’nin daha bir yıl öncesine kadar defalarca söylediği gibi, Ayasofya’yı camiye çevirmenin götürüsü getirisinden çok fazladır. Kaldı ki, bizzat müminler nezdinde bile makul ölçüde bir ihtiyaç veya talebi karşılayacak yönü de yoktur.

Ayasofya’yı camiye çevirme ülküsünün peşinden koşanların bugüne kadar gösterdikleri gayretler hiç bir zaman açık ve tutarlı olmadı; daima dolambaçlı ve bazen gülünç gerekçelerin öne sürülmesine yol açtı. Örneğin yıllar önce, Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının altındaki imzanın Atatürk’e ait olmadığını, düpedüz sahte olduğunu savunmaktan dahi geri durmadılar. Her nasılsa, doğrudan doğruya bir cami kararı almaktansa, müze kararını gıdım gıdım didikleme ve çürütme yoluna saptılar. Tıpkı, genellikle Cumhuriyet kurumlarına dönük yaptıkları gibi. Şimdi de RTE, Ayasofya ile ilgili doğrudan bir kararname çıkarmak yerine, işini bir Danıştay kararının arkasına saklanarak halletmeyi tercih etti. Oysa bu Danıştay kararının gerekçeleri, doğrudan çıkarılabilecek bir cumhurbaşkanlığı kararnamesinden daha fazla hukuki kargaşaya—ve gülünç sonuçlara—neden olacak niteliktedir.[1]

Ne ulusal ne uluslararası konjonktürde görünür bir nedeni yokken, yani bir bakıma durup dururken, RTE’nin kalkıp bir de bu Ayasofya işine el atması, oy tabanındaki erimeye karşı can havliyle yaptığı bir hamle olarak yorumlanıyor. Bu yorumlarda mutlaka bir gerçek payı vardır, ama camiye çevrilmiş bir Ayasofya’nın RTE’nin ‘Kutlu Yol’unun zaten güzergâhı üzerinde durduğunu öngörmemek de zor.

Diğer taraftan, RTE’nin bu son Ayasofya girişiminin, Batı ile olan köprülerin tamamen atılması, siyaseten zaten iyice zayıflamış olan bağların bu sefer kültürel ve sembolik düzeyde de koparılması anlamına geldiği düşünülüyor. Şüphesiz doğru. Ancak, RTE’nin Ayasofya’yı İslam’a açarken, kendine özgü pragmatizmini terketmediği ve en azından turizm kartını elden bırakmadığı anlaşılıyor. Bu saikle olsa gerek, Ayasofya’nın (mozaikler freskler vb. gibi) Hıristiyan tefrişat ve geçmişinin özenle korunacağına, kapılarının da gayrımüslimlere her daim açık olacağına, bunun için belirli koridorlar vs. şeklinde özel düzenlemeler yapılacağına ilişkin ‘yatıştırıcı’ açıklamalarda bulunduğu görülüyor.

Bu tür açıklamaların, gelen tepkileri yatıştırmayacağı, düşkırıklıklarını ve kızgınlıkları gidermeyeceği aşikâr. Oysa bunların hiçbirine—hiç değilse aynı ölçüde—yol açmayacak bir başka girişim mümkündü; hâlâ ve her zaman da mümkündür: madem Ayasofya tekrar bir ibadet yeridir, burada ibadet artık yalnız Müslümanlara değil, Hıristiyanlara da açık olmalıdır (İbadetin, Hıristiyan olmayan diğer gayrımüslimlere de teşrih edilmesi, daha özel ayrı bir konu tabii). Bunun için, caminin bir kanadında Hıristiyan ziyaretçiler için ‘şapel’ türü bir köşe düzenlenebilir, örneğin.

Kuşkusuz, böyle bir girişim çok güçlü bir liderlik gerektirir. Bu işe kalkışacak liderin siyaseten çok güçlü olması da yetmez, ayrıca ‘çok’ Müslüman olması, yani müminlerin üzerinde güçlü bir otoriteye sahip olması gerekir. Görünürde, RTE tam da bu profile uyan bir liderdir. O halde, ‘’Ayasofya’yı ibadete açtım, Müslümanlar kadar Hıristiyan kardeşlerimiz de gelsinler, ibadetlerini yapsınlar’’ diye buyursa, acaba ne olur? En azından şu olur: RTE, ‘medeniyetler buluşması’ inisiyatifiyle siyasi kariyerinin başlarında edindiği imaja uygun bir harekette bulunmuş olur. Bu arada, çok şikayetçi olduğu İslam korkusu ve antipatisinin yeryüzünde gitgide artmasının önüne bir set çekmiş olur. Dahası, dünyada İslam’ın mevcudiyetine hatta simgelerine dahi tahammül gösteremeyenlere—sözgelimi, İsviçre’de minareleri yasaklayanlara, Atina’da tek bir caminin açılışına bile izin vermeyenlere, ya da Hindistan’da başbakan Modi gibi camilerin yıkılıp yakılmasına göz yumanlara—çarpıcı bir cevap vermiş olur. En önemlisi de, sanıldığının aksine, bizzat liderliğine soyunduğu İslam aleminde itibarı büsbütün artar; üstelik, azınlıkta kalsa da daima varlığını koruyacak olan yobaz guruplar tarafından yönlendirilen değil, onları yönlendiren, denetleyen lider konumuna geçer.

RTE’nin bu doğrultuda bir girişimde bulunmak için, Hıristiyan aleminden bir ‘ilk adım’ı beklemesi şart değildir. Kaldı ki, bazı afet durumlarında veya özel hallerde, bir takım papazların kendi inisiyatifleriyle kiliselerinin kapılarını müslümanların ibadetine açtığı hiç görülmemiş vakalar değildir.[2] Çoğu kez, papazların böyle inisiyatif kullandıkları için kiliselerinin başındakiler tarafından resmen onaylanmasalar da, cezalandırıldıkları pek olmamıştır. Bunların hayli nadir ve münferit olaylar olduğu düşünülebilir. Gerçek şu ki, ister başpiskoposlar, ister patrikler, ister Papa olsun, hiçbir kilisenin başı kendi mabedlerini Müslümanların ibadetine resmen açmış değildir. Zira bu yeryüzünde Müslümanlar da dahil gayrı-Hıristiyanlarla birlikte varolma ilkesini benimseseler de, kendi ilahiyatlarında İslam’ı tanımazlar; buna en azından, kronoloji müsaade etmez. Oysa İslam sonradan geldiği için, yani tam da kronoloji gereği, Hıristiyanlığı tanır; değişen fıkıh ve yorumlara göre de, Hıristiyanlığı az ya da çok içselleştirmiştir. İlahiyatlarındaki salt bu farklılık açısından bakıldığında, bir kilisede Müslümanların ibadet etmesinin önünde ‘doktriner’ bir engel varken, Hıristiyanların bir camide ibadet etmesinin önünde böyle bir engel yoktur. Hoş, doktrinlerin ve dinlerin şartlara göre nasıl eğilip büküldüğü, icabında hiçbir engel tanımadığı herhalde hepimizin malûmu. Son bir örnek, Papa Francis’in ateistlerin de cennete gidebileceğine dair hükmüydü. Bu hükmü veren bir papanın, yeterli talep veya baskı ile karşılaştığı taktirde, kiliselerinden birinin—örneğin İspanya’daki Kordoba camii/katedralinin–kapılarını Müslümanların ibadetine resmen açması uzak bir olasılık değildir. Ayasofya’da atılacak koşut bir adımın, bunu çabuklaştıracağına şüphe yok.

Yukarıda, Atatürk’ün Ayasofya’yı müzeye çevirme kararı alırken, dinleri giderek arkada bırakan bir çağdaşlaşma perspektifinden hareket ettiğini belirttim. Günümüzden geriye bakınca, bu perspektifin temelde—ama hayli temelde!–yanlış olmamakla birlikte, çok daha karmaşık ve zigzaglı bir süreci öngördüğünü farkediyoruz. Halihazırda, bazı sekülarizm adacıklarını saymazsak, dinlerin toplumların gerisine düşmek şöyle dursun, yer yer önlerine geçtiğini ve onları peşlerinden sürüklediğine tanık oluyoruz. Dalga, zirve yapıp şimdilerde inişe geçmişe benziyor, fakat güç ve etkisini daha epey bir zaman koruyacağı kesin. Türkiye’de de durum pek farklı değil: içten içe çürüme ve zaafiyet belirtileri göstermekle beraber, iyi ya da kötü, şu veya bu şekilde İslam’ın Türkiye’nin yakın geleceğinde güçlü bir olgu olarak kalacağına kuşku yok.

Atatürk, Ayasofya’yı müzeye çevirirken, şartlar elverişiydi. Bugün o şartlar mevcut değil. Görünür gelecekte Ayasofya’nın tekrar müze statüsüne kavuşacağını öngörenler varsa, çok muhtemeldir ki yanılgı içindedirler. Faraza, RTE-sonrası dönemde laiklik ve demokrasiye bir dönüş olsa bile, böyle bir öngörü kolay gerçekleşecek bir ihtimale benzemiyor. Bir ‘Tanrı evi’nin müze haline gelmesi için, Tanrı’ya inananların bir hayli seyrekleşmiş olması gerekir. Dindarların halen ezici çoğunlukta olduğu bir diyarda ne Ayasofya’nın ne de bir başka ‘Tanrı evi’nin müzeye dönüşmesini beklemek gerçekçi değildir. Müze olması için uğraşmak, bunu dayatmak da ne kadar doğrudur, ayrıca tartışılır.

Unutmamalı ki, Ayasofya ilk müze ilan edildiğinde bunu yadırgayanlar ve tepkiyle karşılayanlar arasında dini bütün Müslümanlar kadar dindar Hıristiyanlar da vardı. Bu da şaşırtıcı olmasa gerek, zira dindar bir insanın gözünde (hatta bazen çok dindar olmayanların nezdinde bile), müzeye dönüşmüş bir ‘Tanrı evi’, hangi mehzep veya dine ait olursa olsun, ruhunu kaybetmiş bir insan kadar ürkünç, öksüz kalmış bir çocuk kadar hazin bir görüntüye sahiptir. Nitekim ülkemizi ziyaret eden bazı turistlerin—özellikle de Yunanlıların—perişan vaziyetteki kilise kalıntılarını gördüklerinde, ‘’bari cami olsalar da yaşasalar’’ diye hayıflandıklarına az tanık olmamışızdır.

Velhasıl, günümüzün şartlarında herhalde en doğrusu, özel tarihi konumundan ötürü, Ayasofya’nın Müslümanlarla birlikte Hıristiyanların da ibadetine açılmasını savunmak, bu doğrultuda atılacak adımları desteklemek ve teşvik etmektir. Böyle bir amacın, ne laikliği savunanları, ne de akıl ve vizyon sahibi Müslümanları rahatsız etmesi için fazlaca bir neden yoktur aslında.

Tabii ‘akıl’ ve ‘vizyon’ deyince, biraz durmak lâzım. Bu hasletler laik kesimde de ne kadar vardır kestirmek güç ama, Müslümanlarda olduğunu gösterir bir emareye pek rastlanmıyor maalesef. Örneğin Yusuf Kaplan, Ayasofya’nın ibadete açılmasını ‘’İstanbul’un fethi kadar önemli bir hadise’’ olarak niteleyip, şöyle yazmış: ‘’Türkiye’nin yeniden çağ açacak, çağ inşa edecek kurucu-ülke konumunu elde etmesi, Türkiye’nin yeni bir dünyanın kurulmasında İslâm dünyasına öncülük edecek yegâne ülke olduğunun bütün dünyaya söylenmesidir Ayasofya’nın açılması.’’[3]

Ayasofya’nın açılmasını bir ibadet değil bir fetih konusu olarak gören, İstanbul’u yeniden ve yeniden fethetmeye doyamayan böyle bir zihniyetin Türkiye’ye nasıl çağ atlatacağı bir muamma. Ama Türkiye’nin İslam alemine böyle nasıl öncülük yapacağı daha da büyük bir muamma. Lâkin herhalde en büyük muamma, çağımızı yakalamayı hatta bununla da yetinmeyip önüne geçmeyi hedefleyen bir İslam aleminin, bu fütuhat zihniyetiyle bunu nasıl başarabileceği. ‘’Allah kolaylık versin’’ diye temennide bulunmaktan başka bir çaremiz yok.

Ayasofya’nın ibadete açılması için bir ömür boyu mücadele veren Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği Başkanı İsmail Kandemir de, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle konuşmuş: ‘’Çok mutluyum, sevinçten ağladım. Danıştay 10. Dairesi’nin kararının ardından vatandaşlar İstanbul Ayasofya Camii’ne koştu. Yaşlı gözlerle ikindi ve akşam namazlarını kıldı.’’ Trabzon ve İznik’teki Ayasofya’ların da ibadete açılmasında büyük emeği olan Kandemir, ardından şunları demiş: ‘’İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmet cuma namazını kıldırmıştır, 24 Temmuz’da da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan cuma namazını kıldırmalıdır… Cumhurbaşkanımız Ayasofya’nın açılmasının en büyük mimarıdır… Kızıl Elma’nın gerçekleşmesi için çalıştık. Allah da nasip etti… Yunanistan’da da cuma namazı kılacağız. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilen ve şu anda kapalı bulunan Fatih Camii’nde namaz kılacağız. Bu konuda dilekçemizi hazırladık, avukatımızı belirledikten sonra vekalet vereceğim… Türkiye’de müzelerin yeniden camiye dönmesini hukuki yollarla nasıl aldıysak, hukuki yollarla Yunanistan’daki Fatih Camii’ni de açacağız. Hazırlıklarımız tamam. Belgeleri hazırladım, bütün çalışmaları yaptım.’’[4] Kandemir’in azmine diyecek yok, ama Türkiye’de eriştiği başarıya Yunanistan’da ulaşması, bu kafayla biraz zor.

Bu durumda, RTE’nin yukarıda tahayyül ettiğimiz şekilde Ayasofya’da ibadeti Müslümanların ardından Hıristiyanlara da açması beklenebilir mi? Ayasofya’da kazandığı zaferi, Atatürk’ün bir vakit yaptığı çarpıcı jestten daha da çarpıcı bir jestle taçlandırması mümkün müdür? Yukarıda alıntıladığım düşünceler eğer onun siyasal tabanına hakim zihniyeti birebir temsil ediyorsa—ki öyle görünüyor–, RTE’nin işi hiç kolay sayılmaz. Kaldı ki, RTE’nin bu siyasi tabanının ne kadar ötesinde bir ufka sahip olduğu belirsizdir.

Artık iyice bariz şekilde görünen o ki, Türkiye’de İslam hiç olmadığı kadar Türk milliyetçiliğinin güdümüne girmiştir. Camileriyle, İmam Hatipleri’yle, Diyanet’iyle genişleyen muazzam hacmine rağmen, milliyetçiliğin âdetâ bir aksesuarı, en fazlasından şatafatlı bir kılıfı görünümündedir. Dahası, üstünü örttüğü bu milliyetçilik, rotasından çıkmış, kabileleşmiş, kendi sınırlı ufkunu da iyice yitirmiş bir milliyetçiliktir. Ama belki en tuhafı, Kürt ve Alevi ağırlıklı kanatları hariç, ülkedeki tüm muhalefetin de bu milliyetçiliğin daralmış sahasında iktidarla yarışıyor olmasıdır.

Bu şartlar altında, bir siyasi liderin, çok güçlü de olsa, çok Müslüman da olsa, Türkiye’ye de, İslam’a da, hatta bizzat kendine de hayrı dokunacak adımlar atması zordur. Bu adımları RTE’den beklemek ise anlamsızdır. Son ‘Ayasofya zaferi’ üstüne, pekçok müridi ve hayranının onu bir ‘halife’ ilân etmediği kaldı. Oysa şu bir gerçek ki, bugün RTE ‘tek adam’lıktan halifeliğe terfi bile etse, halifeliğinin hükümsüz kalacağı şimdiden bellidir, çünkü o gücünü artık İslam’dan değil, milliyetçilikten almaktadır; bundan böyle milliyetçilikle uzayıp, milliyetçilikle kısalacaktır.

*Bu yazı, 19 Temmuz 2020 tarihinde Birikim Dergisi’nin güncel internet sitesinde yayınlanmıştır.


[1] Ayasofya davasının Fatih Sultan Mehmet’in ‘tapulu malı’ olması argümanıyla savunularak özel hukuk alanına çekilmesinin doğurduğu çelişki ve saçmalıkların detaylı bir tahlili için Prof. Ali D. Ulusoy’un 15  Temmuz’da T24’te çıkan yazısına bakılabilir. Ayrıca, 18 Temmuz’da gene T24’te Rıza Türmen’in paralel doğrultuda bir değerlendirmesi için bkz: ‘’Bir hukuk bulmacası: Ayasofya müze mi cami mi?’’

[2] Örneğin son olarak, pandemi dolayısıyla Berlin’deki Lütheryen bir kilise tam da bunu yapmıştır. 8-10 yıl önce gene Berlin’de, bir takım kiliselerin bir araya gelip hem Hıristiyanlara, hem Müslümanlara, hem de Musevilere—yani semavi dinlerin tüm üyelerine—açık bir ibadethane oluşturma projesi de vardı; ama hayata geçip geçmediğini bilmiyorum.

[3] Yeni Şafak, 13 Temmuz 2020.

[4] Sabah, 12 Temmuz 2020.

Dam Ağasından Öğütler

Mayıs 20, 2020

Koronavirüs salgını çoğumuzu evlere hapsetmekle kalmadı, hemen hepimizi ekranlara mıhladı. İster televizyon ister sosyal medya olsun, virüs ve hastalık muhabbetinden gayrı ekrandan gözümüze ve kulağımıza yansıyan hiçbir şey yok. Bu sinir bozucu döngüden kurtulmanın başlıca yollarından biri kitaplara sığınmak. Ben de öyle yaptım, bir zaman önce alıp da okumaya fırsat bulamadığım yayınları raftan indirmeye başladım. Nasıl yaz tatillerinde okunacak bir kitaplar kategorisi varsa, ev hapsinde okumaya gelecek kitaplar da olmalı—çok ağır değil, ama sabun köpüğü kadar hafif olmaları da gerekmiyor. Yeter ki eğlenceli olsunlar, ama biraz da insanı ince uzun düşüncelere sevkedebilsinler.

Sevan Nişanyan’ın son çıkan Sürgün Yazıları adlı kitabı, elimdekiler arasında bu niteliklere en yakın yayın gibi göründü bana. Kendi blogunda ve diğer mecralarda yayınlanmış makalelerinin bir derlemesi olan bu kitap, aslında birbirini izleyen daha önceki üç ayrı derlemenin devamı ve sonuncusu. Bu her üç derlemenin de içeriğine kısmen aşina olduğumu tahmin ediyorum, fakat hiçbirine ulaşma fırsatı bulamadığım için, ‘Toplu Makaleler’ dizisinin yalnızca bu dördüncü cildi üzerinde duracağım.

Sürgün Yazıları’nın tartışmasız en önemli tarafı, bir müjdenin habercisi olmasıdır. O müjde, Nişanyan’ın Yer Adları Sözlüğü adı altında epeydir hazırlamakta olduğu büyük projenin duyurusudur. Nişanyan’ın bundan on yıl kadar önce Adını Unutan Ülke adlı bir çalışması yayınlanmıştı; yanılmıyorsam bu proje, o çalışmanın genişletilmiş bir versiyonu olacak—ama ‘çok-katmanlı’, hayli genişletilmiş versiyonu (Ancak maddi sebeplerden, ne zaman yayınlanacağı şimdilik meçhul).

İlk uygulamaları İttihat ve Terakki hatta Abdülhamit dönemine kadar uzanmakla beraber, Türkiye’de köy/mevki/kasaba/şehir adlarını değiştirme girişimlerinin esasen Cumhuriyet döneminde yoğunlaştığını biliyoruz. Bu girişimleri ele alan bir çalışmanın, ulus inşası, milliyetçilik ve genel olarak Cumhuriyet rejiminin nitelikleri gibi olgulara güçlü bir ışık tutacağı muhakkak. Ama sadece bu kadar değil. Yeterince
derinleştirildiği takdirde böyle bir çalışma, Osmanlı’nın daha erken dönemlerine, hatta Bizans’a ve daha da gerisine kadar uzanıp, pekâlâ türlü nüfus ve göç hareketleri, yerleşme ve şehirleşme dinamikleri ve vergi düzenlemeleri gibi daha ırak ve battal alanlara dahi ışık tutabilir. Sürgün Yazıları’ndaki açıklamalardan(s.359 – 376), bunun mümkün olduğunu, hatta hedeflendiğini anlıyoruz.

Yer Adları Sözlüğü’nün bu genişletilmiş versiyonunun, Nişanyan’ın internet ortamında geliştirdiği Index Anatolicus üzerinden daha verimli okumalara imkân vermesi de beklenebilir. Ayrıca, yeni Adlar Sözlüğü’ün bazı yerleşik varsayımlarımıza iyice aykırı düşen sürprizli tespitlerle dolu olması kuvvetle muhtemel. Hemen bir örnek vermek gerekirse, Anadolu’daki Rumca kökenli (Andifli, Ayas, Adala, Apolyont vs. gibi) bazı yerleşim adlarından bahsederken, Nişanyan’ın şu söyledikleri ilginçtir: ‘’Saydığımız yerlerin hemen hepsi en az 15. yy’dan beri nüfus ağırlığı Müslüman/Türk olan yerlerdir. Yani ‘Rum köyleri/kasabaları’ dediğimiz yerler değildir. Birçoğunda son 500 yılda, belki münferit bireyler dışında, Rum nüfusun izine rastlanmaz. Hatta rahatlıkla diyebiliriz ki Anadolu’da bir yerin adı Rum kökenli ise o yerin (Cumhuriyet’ten hemen önceki) nüfusunun Rum olmaması baskın ihtimaldir’’(s. 360). Nişanyan’ın adlandırma pratiğiyle yerel nüfus arasında doğru orantılı bir bağlantı veya ‘korelasyon’ olmadığına dair başka benzer gözlemleri de var. Bunlar kuşkusuz ‘ezber bozacak’ türden tespitlerdir, ama tam da bu nedenle tartışmaya çok açıktırlar. Fakat her halükârda şu bir gerçek ki, Nişanyan’ın yeni Sözlük projesi hakkında konuşurken duyduğu heyecanı konuya merak duyanların paylaşmaması güç.

Malûm, böyle geniş kapsamlı bir proje normal şartlarda üniversiteler veya düşünce kuruluşları gibi kurumların girişebileceği işlerdendir. Nişanyan’ın tek başına bu işin altından nasıl kalktığı, doğrusu bir muamma. Aynı şey, Etimoloji sözlüğü için de söylenebilir. Fakat siyaseten hassas noktalara dokunduğu için, Yer Adları Sözlüğü’nün ilave zorlukları olduğu aşikâr(Bu arada hemen belirteyim: Nişanyan Etimoloji sözlüğünün de peşini bırakmış değil; onun da güncellenmiş bir yeni baskısı üzerinde bir yandan çalıştığının haberi var kitapta).

Fakat asıl muamma, Nişanyan’ın bütün bu işleri Türkiye’deki hapishane ortamında nasıl kotarabilmiş olduğudur. Sözlük araştırmaları boyunca defalarca hapse girdiğini ve uzun süreler içerde kaldığını biliyoruz. Koğuşlardaki her türlü çile ve yoksunluğa karşın ortaya bir şeyler koyabilmiş olmasını, herhalde direnç, inat ve çılgınca bir azim açıklayabilir ancak. Ve tabii önceden edinilmiş zengin bir dil ve bilgi dağarcığı.

Fakat yeterince meşakkatli değilmiş gibi, Nişanyan’ın hapishanede sadece yazmakla ve not tutmakla yetinmediği, bulunduğu koğuşları sıkı bir eğitimden geçirdiği de anlaşılıyor. Kitapta anlattıklarına bakılırsa, mahpusluk hayatında hocalığının yazarlığının bile önüne geçtiği söylenebilir. Belli ki, uyuşturucu ticareti, suç örgütü kurma, gasp, cinayete azmettirme, arazi ihtilafından toplu katliam yapma gibi suçlardan pek de kendi dengi olmayanların yattığı koğuşlara düşmüş sıklıkla. Bu kadar ‘azılı’ hükümlünün istiflendiği bir mekânda sesini duyurmak için direnç veya azimden gayrı başka vasıflar da gerekir—öncelikle de baskın bir kişilik. Onun da Nişanyan’da hiç eksik olmadığını, tasvir ettiği şu manzaradan kestirmek zor değil: ‘’Tümü Kürt arkadaşlardan oluşan güzel bir koğuşa düştüm. Sevgili…(koğuş) başkanımızın kararlı ve deneyimli idaresi altında iyi bir düzen kurduk… Kürt arkadaşlar (hep) dostluk ve sevgi gösterdiler. Elimi sıcak sudan soğuk suya değdirmediler. İllaki kelimei şehadet getirtmeyi ümit ettiler. Ama ben anti-islamcı ve anti-allahçı pozisyonu çatır çatır savundukça sevgi ve saygıları azalmadı, arttı. ‘Ne konuşuyo la bu gavur’ diye çıkıntılık yapanları derhal susturdular ve dışladılar’’(s.15, 19).

Anlaşılan o ki, Nişanyan ‘koğuş başkanı’nın ya da eski tabiriyle, ‘dam ağası’nın koruması altında arzuladığı şekilde hareket edebilmiş. Lâkin sazı bir kere eline aldıktan sonra, koğuş üzerinde adamakıllı bir otorite kurduğunu ve bu anlamda bizzat kendisinin bir ‘dam ağası’ haline geldiğini düşünmek yanlış olmaz. Öyle bir ‘ağa’ ki, zavallı bir hücre arkadaşına ‘’haftada bir Mezzo’dan opera seyrettirip eziyet etmek’’ten bile geri durmamış(s.13)!

Koğuş arkadaşları şüphesiz eğitimsiz insanlardı, fakat onlar kadar dinlemeye hazır, öğrenmeye aç, motive öğrencileri herhalde değme üniversitede bulamazdı Nişanyan. Nitekim Halim ve Selim adlı kitabını, koğuşta her akşam düzenli olarak kurulan sohbet meclislerinde hararetle konuşulanlardan esinlenerek yazdığını belirtiyor(s.15). Belli ki, koğuş arkadaşlarına cömertçe verdiği feyze karşılık, onlardan da epey bir enerji almış. Dahası, fazla ‘aşağılara’ inmeden, onları olabildiğince kendi seviyesine çekmeyi bilmiş—ki bu büyük bir maharettir. Ama bunu yaparken, ağalığını da iyice konuşturmuş. Sürgün Yazıları’nda da ağalığının güçlü izleri var. Kitapta, sayısız gözlem ve analizin yanısıra, ancak ağalığa yaraşır tarz ve keskinlikte hüküm ve öğütler hiç az değil.

Nişanyan’ın skolastik gelenekle ilgili söyledikleri dikkat çekici. Belki oradan başlamak en iyisi. Şöyle diyor: ‘’Skolastik disiplini lütfen küçümsemeyiniz, insan evladının tarihteki müthiş keşiflerinden biridir. Akla ve zekaya geniş kapılar açar. Belirli tartışma normlarına uymak şartıyla, yaratıcılığa ve orijinaliteye mecra verir. Bilginin kuşaklar ve yüzyıllar boyunca birikmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir’’(s.97). Bu sözlerin, skolastik uslüp ve adaba hiç uymayan ve uyması da herhalde pek mümkün olmayan Nişanyan gibi birinin kaleminden çıkması ilginç.

Bu bağlamda, bilim olgusu ile ilgili tanımı da dikkat çekici. Bilimin gözlem ve deneye dayanan öğrenme metodu olduğuna dair yaygın inanışın yanlışlığına işaret ederek, şöyle diyor: ‘’Asri turşuculuk da gözlem ve deneye dayanan bir öğrenme sürecidir ama ‘bilim’ sayılmaz… Hiçbir öğrenme metodu sadece gözlem ve deneye dayanamaz, aktarım da gerekir. Lavoisier’nin her deneyini baştan yapamazsın, herkesi Beagle’la dünya turuna çıkaramazsın. Dolayısıyla bir süre sonra bilgi aktarım zincirinin normları (güvenlik kriterleri) bilimsel disiplinin önemli bir konusu, hatta başlıca konusu haline gelecektir… Bu bilgiler manzumesinin bilim adını alabilmesi için ilk şart sanırım yazılı bir aktarım disiplinine ve o disiplin çerçevesinde üretilmiş bir bilgi korpus’una (müktesebata) sahip olmasıdır’’(s.96).

Bilimin tarihsel/kurumsal gerçekliğine işaret eden, yerinde bir tespit bu. Bir yönüyle, bilim olgusunun tarifinde sosyolojik yaklaşımı epistemoloji-ağırlıklı yaklaşımın önüne geçiren, realist hatta ‘hiper-realist’ bir görüşün zemini sayılabilir (Pozitivistlere karşı Feyerabend’in içgörülerini de çağrıştıran biçimde, diyelim). Lâkin Nişanyan sözü burada bırakmayıp, mantıki sonucuna kadar taşımaktan geri durmuyor, ama maalesef saçmalığın sınırına dayanan bir sonuç bu. Tespitinin devamı şöyle: sözkonusu müktesebat üzerine ‘’bir sürü insan kitap ve makale yazmış, bunlardan hangilerinin muteber hangilerinin çöp olduğuna dair bir takım normlar oluşmuşsa elindeki şey bilimdir; değilse değildir. Tanıma buradan başlayınca turşuculuğu vb. baştan elemiş oluyoruz. Onların da kitapları yazılsın, o kitapları cerh veya şerh eden başka kitaplar yazılsın, ilmi dergilerde eleştirileri çıksın, namlı hocalar bu yüzden birbirine küssün, onların hiziplerine dair ağır analizler yapılsın, seminerler sempozyumlar toplansın, doktora tezleri yazılıp bozulsun, o zaman onlar da bilim olur. Nitekim buyur, oenoloji—şarabiyat ilmi—bilimdir diyorlar. Oysa şarap dediğin şey üzümün turşusu değil mi bir çeşit?’’ Böylece, işte Nişanyan’ın vardığı nihai sonuç: ‘’Daha ileri gidip, ‘bilim’ dediğin şey üniversitede bir departmandır diyelim mi? Üniversite kurumunun bir fonksiyonudur. Departman ve kürsü var, bilim var; onlar yok, bilim yok’’(s.97).

Üniversite ile bilim arasında organik bir bağ olduğu şüphe götürmez. Fakat bilmem hatırlatmaya gerek var mı: üniversitenin her dönemde ve her yerde bilimin beşiği veya kurumsal kabuğu olduğunu savunmak kolay değildir. Bilimin üniversite dışında hatta bazen üniversiteye rağmen filizlendiğini ve geliştiğini gösteren sayısız örnek mevcut. Ama örneğe ne hacet, bizzat Nişanyan’ın çalışmaları bizim bağlamımızda bunun en açık kanıtı değil midir? ‘Nişanyan sözlükleri’ Türk diliyle ilgili bilimsel müktesebata ciddi bir katkıysa, ki öyledir, üniversitenin bu katkıda yeri ve rolü nedir sormak gerekir. Herhalde hiç. Nişanyan’ın da bu soruya olumlu yanıt vereceğini sanmam, velev ki kalkıp üniversitenin bizzat kendisi olduğunu söylemesin!

Nişanyan’ın ‘beğendiği’ bilim tarifine göre, bilgi birikiminin ana katmanlarını oluşturan kuramlar veya bilimciler, işlevselliklerini ampirik planda kaybetseler dahi, paradigma planında kalıcılıklarını uzun zaman koruyabilirler, yeni hipotezlere esin kaynağı olmayı sürdürürler. Bu ‘köşe taşları’nın bilgi piradiminin altından sökülüp atılması yahut oynatılması o bakımdan kolay değildir, doğru da değildir. ‘Müktesebat’ denen şey nihayetinde, kuşaklar boyu birbirinin omuzu üzerinde yükselen bilim insanlarından müteşekkil bir yapıdır.

Ne var ki, bu modeli benimsemesine rağmen, Nişanyan’ın piramidin altından istediği taşı çekip çıkarmakta fazla serbest davrandığı görülüyor. Örneğin, aynı yazıda Freud’un psikolojiyi ‘’aksiyomatik bir temele oturtmayı’’ denediğinden ancak ‘’fena çuvalladığı’’ndan dem vuruyor. Öyleyse çöpe atılsın mı? O kadarını söylemiyor, ama iyice gözden çıkardığı, her halükârda Freud’dan fazla bir şey beklenemeyeceğini düşündüğü belli.

Freud konusunda uzun zamandır siperler kazılmış, taraflar çoktan tutulmuş durumda. Bu mayınlı alanda bir yorumda bulunmak abes, ancak şu kadarını söylemeden geçmek olmaz: yarım asrı aşkın bir süredir psikanalizin terapi pratikleri arasında yaygınlığını yitirdiği ve genel olarak psikoloji düzleminde marjinalleştiği muhakkak. Başından beri iddia edildiği gibi, test edilir (yahut yanlışlanabilir) bir nitelik kazanamaması, kendine ampirik bir zemin bulamaması vb. gibi zaafları bu gerileyişinin başlıca nedeni olabilir. Nişanyan’ın bahsettiği ‘’aksiyomatik bir temele oturtma’’ çabası farklı bir yöne işaret ediyor, fakat sonuçta her iki zaafiyet de aynı kapıya çıkmaktadır herhalde. Ne var ki, günümüzde ‘aşılmış’ yahut önemli ölçüde terkedilmiş bir pratik olmasına rağmen, psikanalizin veya en azından ana hatlarıyla Freud’un teorik mirasının psikolojinin vazgeçilmez referans sistemlerinden biri olarak varlığını koruduğu, alanın uzmanları tarafından genel kabul gören bir görüştür.

Öte yandan, tıpta ve psikoloji bölümlerinde daha az ve o da giderek sadece tarihi bir fasıl olarak okutulmakla beraber, Freud’un beşeri bilimler ve edebiyat fakültelerinin müfredatında daha geniş yer tuttuğunu, eleştiri geleneğine ve genel anlamda hümanist kültüre esin kaynağı olmaya devam ettiğini unutmayalım. Tabiri caizse Freud, bugün bilincimizde pek yer tutmuyorsa da, bilinçaltımıza çoktan yerleşmiş vaziyette. Bu durumun kanımca Nişanyan’ı ilgilendirebilecek bir yönü olmalı, zira kendisi de sonuçta çağımızın öğütücü uygarlığı içinde ‘hümanist’ bir vaha yaratma işini dert edinmiş biri. Nişanyan’ın ‘şiir’ dediği şey her ne ise, o şeye fanatikçe düzdüğü övgüyü (s. 141-151) ben hümanizme bir çağrı olarak anladım. ‘Hümanizm’ kelimesinin çağrışımları fazla karmaşıksa, hadi onun yerine düpedüz ‘daha insancıl ya da insan-ölçekli bir dünya arayışı’ diyelim.

Nişanyan’ın Freud’dan başka elinin tersiyle ittiği başka büyük figürler de var. Bunlardan biri de Wittgenstein. Örneğin dilin ‘dışlayıcı’ işlevine değindiği bir yazısında, Avusturyalı filozofa ‘’bir sürü boş laf arasında dolaşıp durduğu’’ için kenardan bir taş atıyor(s.74). Nişanyan burada, dilin aslında iletişimin değil iletişimsizliğin bir aracı olduğuna ve toplulukların ayırdedici özelliklerinin oluşumunda dilin tam da bu dışlayıcı işlevinin hayati bir rol oynadığına işaret ediyor. Bu eğer Nişanyan’ın da kasdettiği şekilde dil hakkındaki genelgeçer kabule aykırı bir görüşse, kanımca bu görüş, diğer pek çok ‘aykırı görüş’ gibi, Wittgenstein’ın perspektifine hiç de yabancı değildir.

Wittgenstein’dan Nişanyan’a ne kadar ekmek çıkar bilemem, ama hissiyatım o ki, epeyce çıkar. Kitaptaki başka bir yazıda anlattığına göre, gençliğinde Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı eserini ‘’Türkçeye çevirmek gibi deli saçması bir işe’’ girişmiş, fakat o kadar bunalmış ki, yarı yolda ‘’ ‘yeter lan’ deyip hepsini çöpe’’ atmış(s.78). Eminim ki eğer Sartre yerine Wittgenstein’ı çevirseydi, herhalde o kadar bunalmayacak, üstelik dil konusuna ilişkin her türlü egzersizi zamanında yapmış olacaktı. Konu dil olunca, Nişanyan’ın kafasındakilerle Wittgenstein’in söylediklerinin bir yerlerde kesişmemesi zor. Mizaçları, yaşantı biçimleri, hatta hobilerinde dahi (mimarlık) ortak yönleri az değil. Gene de fazla abartmamak lazım. Belki de bu filozofların hiçbiri Nişanyan’a yaramayacaktı; kafayı sağlam tutması açısından onlardan uzak durması hayırlı oldu belki, kimbilir. Yolcu yolunda gerek.

Nişanyan’ın dillerle ilgili ilginç tespitleri var. Başlıca ilgi nesnesi olan Türkçe hakkındaki dünya sıralaması hiç fena sayılmaz. Ona göre, Türkçe ilk 10’a girmez ama, ilk 30 içinde yeri garantidir(s.60, 412). Tabiatıyla bu sıralamada ölçüt, konuşma dilinin kelime ve kavram haznesi değildir; günlük konuşmada diller birbirine hayli yakındır. Önemli olan, dillerin yazıya dökülebilen kısmıdır, yani yazı dilinin kendisidir. Nişanyan’ın vurguladığı gibi, yazı dilinin zenginliği ise ‘’o dilde üretilmiş olan yazı hacmiyle doğru orantılıdır. Her yazılan yazı, farklı dil ve üslup özelliklerine, farklı kelime hazinelerine, farklı düşünce ve ifade düzlemlerine sahip aktörlerin toplumsal diyaloğa bir şeyler katmasını sağlar. Ne kadar yazı, o kadar dil malzemesi’’(s.468-469).

O halde bir dilin önemi o dili konuşan nüfusla her zaman birebir orantılı olmayabilir. Örneğin Yunanca’nın önemi, dünyadaki toplam Yunan nüfusuna göre kat be kat fazladır. Öte yandan, sözgelimi Endonezya dilinin (‘Bahasa’) önemi Endonezya nüfusuna kıyasla dünya klasmanında hayli gerilere düşebilir.

Türkçe, Nişanyan’ın dediği gibi, ‘’1300 yıllık yazılı geleneği olan zengin bir dildir’’(s.412), üstelik dayandığı nüfus da azımsanamaz; ama yazılı üretimi ve dünya kültürüne etkisi hesaba katıldığında, bu üstünlükleri Türkçe’yi en ön sıralara taşımaya yetmeyebilir. Nihayetinde unutmamak gerekir ki Türkçe, matbaanın ikiyüz yıl gecikmeyle girdiği bir coğrafyada ancak gelişme imkânı bulmuş bir dildir. Beğenmeyenler çıkabilir, ama Nişanyan’ın sıralaması gerçekçi bir değerlendirmedir. İlk otuz garanti, ‘belki’ de ilk yirmi diyor(s.412). Hadi ilk yirmiye girsin. Böylece ülkenin dünya ekonomisindeki ağırlığıyla da şık bir koşutluğu olur.

Nişanyan’ın bu derecelendirmesi iyi de, asıl şu sözleri ilginçtir: Türkçe, ‘’geçmişe baktığında önemli bir kültür dilidir. Modern çağdan önce dünyada Yunanca, Latince, İbranice, Arapça, Farsça, Hintçe, Çince, Japonca gibi yedi sekiz egemen dilin epey ardından da olsa, en çok yazılı eser üretmiş dillerden biridir. Ne yazık ki o eserlerin büyük bölümü halen yayınlanmadan durmaktadır. Başta ‘ecdat’ muhabbetiyle beyni efsunlanmış cühela takımı olmak üzere kimsenin umurunda değil’’(s.60).

Bayağı çarpıcı bir tespit bu. Osmanlı arşivleri için, koca bir üniversite bugün otursa hepsini baştan sona deşifre etmesi asırlar alır derler. Ama herhalde Nişanyan’ın kasdettiği bu arşivler değil. Kasdettiği herhalde, belirli fikir ve hissiyat muhtevasını haiz bir külliyat. Peki nerede bu külliyat? Böyle gizli bir define varsa, bunun envanterini çıkarmak da Nişanyan’ın başına kalabilir. Aslında, yazdıkları arasında böyle olası bir envanterin ipuçları yok değil. Örneğin, ‘’Türkiye’nin 20. Yüzyıl’daki tek gerçek aristokratı’’ dediği, dahası, Türkçe’de ‘son yüz yılın en iyi yazarı’’ diye nitelediği(s.333) İbnülemin Mahmut Kemal de, halen keşfedilmeyi bekleyen değerlerden biri olmasın? Lâkin İbnülemin kuytuda kalmış, nispeten az bilinen bir yazar olsa da, sonuçta gün yüzü görmüş, eserleri yayınlanmış biri. Ya halihazırda ‘’yayınlanmadan duranlar’’?

İbnülemin’den gerilere gitmek ve ‘ecdat’ın gizli hazinesinin kapısını aralamak için, tabiatıyla Osmanlıca’ya bir miktar hakim olmak, daha da önemlisi Osmanlıca’nın keyfine varacak ruh haline sahip olmak gerekir. Şu sözlerinden, Nişanyan’ın bunların hiçbirinden mahrum olmadığı belli: ‘’Klasik Osmanlıca çok güzel bir dildir. Anlayabildiğim kadarına ben bayılırım. Tazarruname yazarı Sinan Paşa veya Tacüttevarih yazarı Sadettin Efendi ayarında düzyazı ustasının Türkçeye bir daha gelmediğini düşünürüm. Dünya çapında birinci ligde top koşturacak Türk şairi varsa Fuzuli olduğuna inanırım’’(s.415).

Lâkin Nişanyan’ın gerçekçiliği malûm. Hemen ardından, Osmanlıca’nın başka bir çağın ve kültürün dili olduğunu, başka ihtiyaçlara cevap verdiğini, dolayısıyla da ‘’21. yy’da işe yarayacağını düşünenlerin kendilerini kandıracağını’’ söylemekten geri durmuyor. Bu bağlamda, Osmanlıca’yı tarihe gömen Latin alfabesine geçiş hadisesi sözkonusu olduğunda, eleştiri oklarının daima hedefinde kalmış Türk büyüğüne minnetini belirtmekten de imtina etmiyor: ‘’İyisi mi yata kalka Atatürk’e dua edelim. Latin alfabesi gibisi yok’’(s.313).

Alfabe derken, unutmamalı, bir de kadim Ermeni alfabesi ve bu alfabenin içinde hayat bulmuş bir Türkçe var. Nişanyan kitaptaki bir yazısında ‘’Ermenice harfli Türkçe yayınlar’’a ilişkin aydınlatıcı bir liste çıkarmış. Türkçenin geçmişteki izini sürmek isteyenler için bu yayınlar, Nişanyan’ın da dediği gibi, ‘’hazine değerinde’’(s.198). Özellikle, Osmanlı yazısının ünlüleri göstermemesi dolayısıyla, Türkçe’nin yüzelli yıl önceki telaffuzunu anlamak açısından, örneğin, bu yayınların önemleri büyük. Bir ölçüde, aynı durum Yunanca harfli Türkçe yayınlar için de geçerli.

Ne var ki, Yunanca harfliler (Karamanlıca) halihazırda nispeten iyi bilinmesine rağmen, Ermenice harfliler sınırlı bir meraklı ve uzman çevresi dışında bugün pek ilgi görmeze benziyor. Oysa, 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında, Türkçe’nin sadeleştirilmesi tartışmaları arasında, Türkçe konuşma dilini temsil gücü en yüksek alfabenin Ermeni alfabesi olduğunu pek çok Osmanlı münevveri savunmuştur. Hatta bazılarının, ‘dışarıdan’ bir alfabe ithal edilecekse, bunun Latince değil Ermenice olması gerektiğini dile getirdiği rivayet edilir (Muhtemelen doğru bir rivayet. Ve neden olmasın? Kuruluş aşamasında, ABD’nin resmi dilinin Yunanca olması gerektiğini savunanlar da çıkmamış mıydı?).

Nişanyan’ın Türkçe uğraşı sadece dil tarihi ve dilbilimle sınırlı değil; güncel sosyolojiye katkı sayılacak bir yönü de var, hem de takdire şayan bir katkı. Bu katkının önemini ortaya koymak için, konuyu şöyle açayım: uzunca bir süredir, kızların ve genç hanımların (15 – 30 yaş arası diyelim) konuşma tarzında alışmakta ve anlamakta zorlandığım yeni bir ‘şive’ hasıl oldu. Benim gibi orta yaş ve üstü kuşağın farketmemesi zor bir olgu bu. Dikkat çekici tarafı, sadece belirli bir kuşağa değil, belirli bir kuşak içinde sadece belirli bir cinsiyete özgü olması. Özgüven fazlalığının dışavurumu mudur, yoksa aksine bilinçaltı gelişen bir savunma mekanizmasının sonucu mudur, nedenlerini kestirmek güç. Ama tarifi daha da güç. Çok kabaca, biraz buyurganlık tınısı olan, ama daha ziyade ‘naz’ kelimesinin anlamına yaklaşan bir tarzdan bahsedilebilir. Nazlı, şımarık, ya da şımarıkça. Bazılarımız bu sıfatlarla yetinebilir ama, kabul etmek gerekir ki eksik, yüzeysel ve yanıltıcı olabilecek bir tarif bu.

İlk belirgin halde duyulmaya başladığında, bu ‘şive’nin ‘Tiki’ diye nitelenen bir kısım varlıklı aile kızlarına özgü olduğu sanılmıştı. Görünürde, dapdaracık ‘uçarı’ bir çevreye ait sınıfsal bir hadiseydi. Fakat zamanla, sınıfsal niteliğini kaybetmemekle beraber, orta sınıfa doğru inerek daha geniş katmanlara yayıldı. Günümüzde artık bazı program sunucularının ağzından bile duyulabiliyor (Medyascope gibi ciddi bir haber mecrasında ciddinin ciddisi Kadri Gürsel’le söyleşi yapan genç hanımın da bu şiveyle konuşması, neredeyse gülünç bir tezat yaratmasına rağmen, yadırgatıcı olmaktan çıkmış görünüyor.).

Ben ve eminim daha pek çok kişi bu olayı nasıl tarif ederiz diye düşünürken, Nişanyan dilbilimciliğini konuşturup konuya mim koymuş bile. ‘Liseli Kız Ağzı’ başlıklı yazısında, getirdiği teknik tarif şöyle: ‘’Genç kadınların dilinde on-onbeş yıldan beri dikkatimi çeken bir trend, sibilant seslerin(c, ç, s, z, ş, j) eskisine oranla damakta daha önde, dişe yakın artiküle edilmesi. Bu yüzden c ve ç adeta dz vet s gibi söyleniyor, ş sesi s’ye yaklaşıyor, adeta Hintlilerdeki s gibi söyleniyor (tsalısıyorum, disım ağrıyo)’’. Bu fonetik değişimin niçin aynı yaş gurubu erkeklerde değil de kadınlarda görüldüğünü de Nişanyan kendince şöyle sorgulamış: ‘’fonetik değişimin öncüsü çoğu zaman genç kadınlardır, bugün onlarla başlayan trend otuz sene sonra norm olur. Neden öyle? Erkekler ve ihtiyarlar daha muhafazakar olur, ondan mıdır? Yok, daha basit bir şey: sonraki kuşak konuşmayı annelerinden öğrenir, ondan olsa gerek’’(s.53).

Nişanyan’ın sosyolojik uzantıları olan pek çok başka tespiti de var elbet. Bir tanesi de, Türkiye halkının göçebe geçmişine dair yaygın inançla ilgili. ‘Göçebelik değildir mesele, devlettir’ adlı yazısında, çarpık, çirkin ve kalıcılıktan yoksun şehirleşme gibi Türkiye’nin başlıca problemlerini göçebelik olgusunda aramanın hata olduğunu, Türkiye halkının ezelden beri yerleşik bir halk olduğunu, 1071-1450 arasındaki Türk göçünün Anadolu’ya göçebe kültürü getirmek şöyle dursun, bir yerleşiklik kazandırdığını, zira bu göçle birlikte gelen İslamlaşma sürecinin tam da bu dönemde aslen bir şehirleşme hadisesi olduğunu anlatıyor; ancak, bu tarihsel evrime rağmen eğer ülkede köklü bir kentli kültürü bunca zaman oluşamamışsa, bunun nedeninin ülkenin başına çöreklenmiş kötü devlet yapısında yattığını savunuyor. Nişanyan’ın göçebelik ve şehirleşme ile ilgili bu tezleri bazı hantal varsayımların sorgulanması açısından faydalı ise de, anektodal olmayan, daha etraflı araştırma ve analizlere muhtaç görünüyor. Diğer taraftan, çoğu olumsuzluğun kaynağını devlette araması makul bir yaklaşım olmakla birlikte, tüm musibet ve belayı devlete yüklemesi, devlet denen mekanizmayı özneleştirme, bir özne haline getirme tehlikesi taşıyor ki bu da, ister istemez tahlillerini zaafa uğratan bir etken.

Bu durumu, Nişanyan’ı yakından ilgilendiren inşaatçılık ve ‘güzel bina’ yapma tutkusu bağlamında belki daha iyi değerlendirebiliriz. Bunun için, sözgelimi Rize (veya Trabzon) bölgesindeki Osmanlı döneminden kalma harikulâde alımlı ve narin yapıları düşündüğümüzde sormaktan bıkmadığımız şu soruyu burada da tekrarlayalım: ‘Laz müteahhit’ denen insan türü, bu yapıları görmüşken hatta bütün çocukluğunu bu yapılar arasında geçirmişken, nasıl olur da gider o birbirinden korkunç apartmanları üstüste diker? Nasıl olur da, sanki bunlar hiç yokmuş gibi davranır?

Nişanyan’ın şu sözleri, bu muammanın bir cevabı sayılabilir: ‘’Güzel bina yapmayı öğrenemedikleri için böyle olmamış. Biliyorlarmış pekala, unutmuşlar. Unutmalarının sebebi kötü yönetim ve memleketin canına okuyan kötü bir devlettir’’(s.64). Bu sözlerde elbette önemli bir gerçek payı var. Türkiye’de devlet, özel inisiyatifi sınırlama ve belki de en gerekli veya uygun yerde boğma üzerine kuruludur. İmar yasaları ve uygulamaları daima ‘vasat’ın korunmasına göre ayarlanmıştır, çoğu kez de kalitesizliği ve çirkinliği teşvik eden sonuçlar doğurur. Nişanyan, bütün bu cenderelerden geçmiş imar gazilerinin başında geliyor şüphesiz.

Fakat insanlara bildiklerini unutturan sadece kötü yönetim, kötü devlet midir? Laz müteahhitin varlığını, tek başına devletin varlığı açıklayabilir mi? Devletin yanısıra, bir virüs gibi yeryüzüne yayılan ‘piyasa’nın ve teknolojinin de dönüştürücü gücünü unutmamakta yarar var. Çivi, demir, çimento, fayans, ‘betebe’, alüminyum, pvc gibi yeni malzemelerin kullanıma girmesi ve bu kullanımın mimari işlev ve paradigmada yarattığı dönüşüm, okullaşma ve gelişen işbölümüyle birlikte mimarlık-ustalık ilişkisinin uğradığı farklılaşma, emeğin nicelleşmesi ve nüfus baskısı gibi daha derinden işleyen süreçleri de hesaba katmak gerek. Nihayetinde bütün bu etkenler, beğenelim beğenmeyelim, ‘modernleşme’ denen olguya işaret ediyor. Kısaca ‘kapitalizm’ de diyebiliriz. TC devletini, kendi yarattığı özgül problemleri gözden kaçırmamak kaydıyla, biraz da bu kapitalizm perspektifine oturtmakta fayda var. Böyle bir perspektif, Türkiye’deki yapılaşma ve şehirleşme felaketinin niçin yalnızca bu ülkeye mahsus olmadığını açıklamamıza da imkân verir (Nişanyan gibi antenleri her yöne açık birine işin bu yönünü hatırlatmak zül elbet; fakat bu hatırlatmayı dinmek bilmez devlet nefretini bir nebze olsun dengelemek maksadıyla yaptım).

Gelelim dünyadaki demografi meselesine. Bu konuda da Nişanyan’ın diyecekleri var. Ama dedikleri, tahlilden çok bir öğüt niteliğinde. Hem de ağalığına bayağı yaraşır bir öğüt. Öğüt olduğu için de çok kısa tutmuş, iki kelimeyle ‘’gidiniz, çoğalınız’’ demiş. Meali: ‘’Çocuk yapmamaya yönelik tüm argümanlar özünde bencilliktir. Başkasına verecek vaktim, emeğim, sevgim, param yok anlamına gelir. Sanki vaktini, emeğini vb. verdiğin öbür şeyler pek pek pek mühimmiş gibi. Hayatta yapacağın gerçekten değerli olan tek şey çocuk yapmak ve yetiştirmektir… Çocuk yapmadan geçirdiğin her günü kayıp kabul et’’(s.111).

Beş çocuklu bir baba olarak Nişanyan’ın kendi öğüdünü hakkıyla yerine getirdiği muhakkak. Allah daha bolundan versin ama, ‘’bu ne azim, bu ne sebat’’ demeden geçmek mümkün değil. Yoksa gerisinde siyasi bir misyon mu var? Bazı Yahudilerin (özellikle Hasidim Yahudilerinin) peygamberin emrine uymanın yanısıra büyük soykırımın kaybını telâfi etmek üzere çocuk yapma yarışına girdiği bilinir. Ermenilerden de aynı saikle hareket edenler olabilir, ama Nişanyan’ın o Ermenilerden olmadığı, bütün insanlığa seslendiği belli.

Doğrusu, bencillikten kaçınmaya öncelik veren böyle bir öğüdün Nişanyan’dan gelmesi ilginç, çünkü o, özgürlük uğruna epey miktar bir bencilliği göze alabilecek, hatta savunacak biri olduğu izlenimini bırakır nedense hep. Fakat eğer onun için de bencillik mutlaka uzak durulacak bir davranışsa, bugün Malthus karşıtlarının dahi itiraz edemeyeceği bir nüfus artışı karşısında, asıl bencilliğin çok çocuk yapmak olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Çocuk büyütmek eğer hem dünyaya hem de ebeveynlerine faydalı bir deneyimse, bu zenginleştirici deneyimi aç, yoksun ve bakımsız milyonlarca çocuğu sahiplenmekle yaşamak evlâ değil midir?

Bu ‘çoğalma’ öğüdü, bir benzerini her fırsatta dile getiren TC cumhurbaşkanını akla getiriyor ama, tabiatıyla iki öğüt arasındaki benzerlik yanıltıcıdır, zira iş öğüdün kime hitab ettiğine bakar. RTE, çoğalacak insanların sadece Türk olmasını ister, bu da yetmez, Sunni İslam’dan olmasını ister; ayrıca, Nişanyan’ın özenle yetiştireceği eğitimli çocukları değil, işsizler ve şehitler ordusunun saflarını dolduracak çocuklar ister. Misyonu, kelimenin en dar anlamıyla siyasidir.

Böylece, Türkiye siyasetinin karanlık sularına girmiş oluyoruz. Nişanyan, bir yazısına ‘’siyaset yaz dediler, işte yazdım’’ diye başlık atmış, ama demeseler de yazacağı belli, çünkü siyasetle dopdolu.

Bu yazısında, son yirmi yılın cesur ve fevkalâde yoğun bir muhasebesini bir kaç sayfaya sığdırmış. Özellikle RTE’nin ilk çıktığı ve bugün vardığı noktalar arasındaki uzun mesafe üzerinde epey yüksekten ve hayli nesnel bir kuş uçuşu yapmış. TC devletine ezelden beri egemen olan iktidar bloku içinde Erdoğan’ın başlangıçta nasıl bir çatlak yarattığını, hemen her türlü azınlık ve farklılık olgusuna kapalı olan, sınırlı düzeydeki demokratik iddia ve reflekslerini giderek kaybeden ve Batı’ya karşı da artan oranda tavır ve cephe alan bu iktidar bloku karşısında nasıl alternatif bir alan oluşturduğunu, ancak iktidarını sürdürme hırs ve telaşına düşüp, hayli çevik bir dönüşle bu iktidar blok’una sonunda nasıl teslim ve dahil olduğunu, iktidarını koruma pahasına Türkiye’yi mutlak yalnızlığın ve savaşların eşiğine getirmekten dahi geri durmayacağı bir noktaya nasıl vardığını güzelce anlatmış.

Bilenlerin yeterince iyi bildiği bir hikâye. Bu bağlamda Nişanyan, kendisinin de dahil olduğu ‘yetmez ama evetçi’lerin bazı argümanlarını hararetle savunmayı da ihmal etmemiş. Bugün RTE’nin yanlışlarıyla karşı karşıya gelmekten ve bu yanlışların mağduru olmaktan, kimsenin kendilerinin yahut taraftarlarının payına düşen yanlışları görecek hali yok. Gene de, arada o yanlışları ve RTE (ve AKP) olayının nasıl ortaya çıktığını hatırlamakta yarar var. Şurası açık ki AKP/RTE olayı, son tahlilde TC devletine kuruluşundan beri hakim olan, ‘laik’ kabuğu içinde kurumaya yüz tutmuş o iktidar blok’unun vizyonsuzluğu ve ardarda yaptığı bir dizi hatanın eseridir. Nişanyan’ın ısrarla altını çizdiği husus da bu. Elbette Türkiye’deki ve dünyadaki sosyal dinamiklerin de büyük etkisi olmuştur; fakat TC’nin asli sahiplerinin bu dinamikleri doğru değerlendirme ve yönetme kapasitelerinin yetersizliği önemli derecede belirleyicidir. Demokrasiye ve dünyaya ‘açılım’ hamlelerini sürdürdüğü sürece RTE’ye destek veren veya kredi açan insanlara bugün hışım ve öfkeyle saldıranların, hatalardan ders çıkarmadığı (ya da büsbütün yanlış dersler çıkardığı) ve aynı vizyonsuzluktan malûl oldukları anlaşılıyor. Nişanyan tam bu şekilde ifade etmemiş ama, kanımca ‘yetmez ama evetçiler’in başlıca amacı, bu hataları tekrarlamaktan kaçınmak veya tekrarlamamak için çareler aramaktı; gerekçeleri bu amaç üzerine kuruluydu. RTE’ye zamanında verdikleri destek (yahut gösterdikleri höşgörülü muhalefet), etik ve mantığın asgari gereğiydi; tam da bu nedenle koşullu bir destekti. Sık sık suçlandıkları gibi, RTE’nin arkasından gözü kapalı sürüklenmiş değildirler–aralarındaki bir takım fırsatçı ve moronlar hariç. Kuşkusuz, bugünden geriye bakıldığında, bazı gelişmeleri doğru okuyamadıkları ve ciddi değerlendirme hataları yaptıkları açıktır; ancak, sanki oluşmasında çok etkin bir rolleri yahut ağırlıkları varmış ve bu gelişmelerin tek sorumlusu hatta müsebbibiymiş gibi suçlanmaları da anlamsızdır. Nişanyan’ın da vurguladığı gibi, ‘yetmez ama evetçiler’in o dönemdeki gerekçeleri bugün de aynen geçerlidir—hem de fazlasıyla. Fakat bir nevi afaroz edildikleri için, şimdilerde sesleri duyulmaz oldu. Tuhaf ama gerçek: bu konunun muhalefet saflarında yarattığı kutuplaşma, muhalefetle iktidar arasındaki kutuplaşmadan daha az değil. O nedenle karşılıklı eleştirilerin ortaya konup serinkanlı bir şekilde tartışılması şu aşamada pek mümkün görünmüyor maalesef.

Söz RTE’den açılmışken, bu Türk büyüğünün kendi vizyonu ve ülkeyi yönetme kapasitesine bakmadan geçmek de olmaz tabii. Yirmi yıl boyunca Türkiye gibi dinamik ve hareketli bir ülkede aralıksız iktidarda kalmayı becermek—üstelik onca varta atlatarak, üstüne üstlük bir de sonunda ‘tek adam’ mertebesine yükselerek. Şüphesiz, bu neredeyse ‘efsane’ye dönüşecek olağandışılıkta bir yükselme hikâyesidir. Bana kalırsa, ‘Erdoğan efsanesi’ diye bir şey varsa bunun başlıca nedeni, tüm elverişli koşullara rağmen güçlü bir muhalefetin oluşamamasındaki mucizedir. Bu fazla klasik bir açıklama, biliyorum; ve kimilerince yeterli görülmediği anlaşılıyor.

Erdoğan’ın hayat çizgisinde bir hikmet arayanlar hiç az değil. Peki nasıl bir hikmettir buldukları? Kimisi, bunu çok özel bir zekâ, bir tür deha olarak niteliyor. Her nasılsa, Nişanyan’ın da böyle niteleyenlerden olduğunu görüyoruz. Hem de öyle herkesin anlayamayacağı, muhayyilesi sınırlı vasat fanilerin nüfuz edemeyeceği türden bir deha sözkonusu burada.

Herhalde vasat fanilerden olduğum için, doğrusu bunu anlamakta zorlanıyorum. Erdoğan yirmi yılın tamamı boyunca, bütün bir toplumu peşinden sürükleyerek, yahut muhaliflerini siyasal/ideolojik planda marjinalleştirip tasfiye etmenin yollarını bularak iktidarını sürdürmüş olsa, buna büyük marifet diyebilirim, hatta deha da diyebilirim. Ya da, Türkiye’yi (yahut İslam’ı) yeryüzünde daha önde ve itibarlı bir yere taşıma hedefine ulaşmış olsa, hele bunu komşuları ve dünya ülkeleriyle çatışmaya girmeden veya asgari gerilimle başarabilmiş olsa, buna da deha diyebilirim. Ama muhaliflerini doğrudan hapse tıkarak, salt sansür, denetim ve kaba kuvvet kullanarak iktidarını sürdürür hale gelmişse, ya da iktidarını ancak Türkiye’yi hiçbir getirisi olmayan pahalı serüvenlere sürükleyerek koruyabilmişse, yani başka bir deyişle, iktidarını asgari değil ancak azami bir maddi ve beşeri maliyetle muhafaza etmişse, buna ne denir bilmiyorum, ama deha demeye dilim varmıyor. Kuşkusuz, aptallık, ahmaklık da denemez, çünkü pahası ne olursa olsun iktidarını koruyabilmiş bir kere, az bir maharet değil, kabul. Bu durumda akla gelen en yakın tabir, kurnazlık; Erdoğan bağlamında da kasaba kurnazlığı. Nişanyan, bir yerde ‘’iyi bir taktikçiydi, ama uzun vadeli vizyonu yoktu,’’ diyor(83). O zaman ‘deha’ bunun neresinde? Erdoğan’ın bütün hareketlerini kurnazlık, taktikçilik gibi nitelikler ‘deha’dan çok daha iyi açıklıyor sanki.

Hoş, benim deha anlayışımın yararcı, fazla ussal ve ‘uslu’ bir tanımı öngördüğü düşünülebilir. Kuşkusuz, deha denen şeyin ele avuca gelmeyen, vahşi, hayvani bir yönü var. Şöyle diyor Nişanyan: ‘’ ’Deha’ tam da bu demektir: Makul insanların başka çıkış yolu yok dediği yerde çıkış yolu görebilme yeteneği. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi dehasının farkına ben 2014 başlarında vardım. Gözüm korktu. Ve itiraf edeyim, takdir ettim’’(s.498).

RTE’nin 2014’ten önce de, sonra da nice çıkmazdan kendini bazen şaşırtıcı manevralarla nasıl kurtardığı malûm. Fakat içine düştüğü pek çok çıkmazı da kendi hazırladığı, ayaklarına ateş edenin kendi olduğu unutulmamalı. Köşeye sıkışan her canlı tehlikeyi savuşturmak için aklını kullanır, çok defa köşeye sıkışırsa aklını daha çok kullanır; ama can havliyle yaptığı hamlelerde ortaya çıkan zekâ kıvılcımlarını bir deha göstergesi olarak yorumlamak ne kadar doğrudur tartışılır. Nişanyan RTE’nin zekâsından korkmakta belki haklı, ama takdir edecek ne bulduğunu anlamadım.

Hayranlarının Erdoğan’ı bir dahi addetmesi doğal. Peki ya ondan yaka silken, lânet okuyan muhaliflerine ne demeli? Bu bir kısım muhalifin Erdoğan’da ‘deha’ vehmetmesini, yıllar boyu gitti gidiyor deyip başlarında hep kaldığını gördükçe yaşadıkları moral ve sinir bozukluğuna veriyorum. Bir tür Stockholm sendromu.

Kitaptaki diğer bir yazıdan, Nişanyan’ın durmayıp feministlerle şiddetli bir polemiğe de tutuştuğunu görüyoruz. Yakın zamanlarda böyle bir çıngar çıktığını bilmiyordum, ama şaşırmadım. Feministlerin Nişanyan’dan hazzetmediği malûm, nedeni de elbette sadece özel hayatındaki vukuatlar değil. Anlaşılan o ki gene feministleri kızdıracak bir şeyler söylemiş, onlar üzerine gidince o da bir savunmaya girişmiş.

Burada ateş hattına girip canımı tehlikeye atmaya niyetim yok. Ama olayın mahiyetini kavramak için kısaca aktarmaya çalışayım. Nişanyan, ‘Türkiye gerçekleri’ne bağlı kaldıkları sürece feministlerle bir derdi olmadığını, minimalist anlamda kendisinin de pekâlâ feminist olduğunu, ama zamane feministlerinin ülkedeki büyük kadın çoğunluğunun sorunlarına çözüm aramak yerine, kendi küçük marjinal alanlarına—‘burjuva dünyalarına’?—kapandıklarını, hayali yahut fuzuli konularla oyalanır hale geldiklerini, üstelik daha vahimi, dünya genelinde bir akım olarak feminizmin bugün artık bir özgürlük çağrısı değil, bilâkis özgürlüklere bir tehdit olduğunu anlatmaya koyulmuş. Koyulmuş ama, ne yazık ki feministlerin hem teorik hem sosyal konumunu bir karikatüre çevirmekten kendini alamamışa benziyor, o nedenle de bazı çok yerinde gözlem ve tepkilerinin pek kıymeti harbiyesi kalmıyor. Özgürlüklerin nerede başlayıp nerede bittiğine karar vermekte sergilediği rahatlık de hayra alâmet değil; ayrıca, prensipte hiç de yabancısı ve karşıtı olmadığı o marjinal alanlara dışarıdan küçümseyerek bakması da kendi açısından epey sorunlu gibi.

Fakat belli ki feministleri asıl kızdıran Nişanyan’ın bu fikirleri değil, başka bir olay. Yazısının başında, şöyle bir not var: ‘’Kadın hastasına cinsel girişimde bulunduğu iddiasıyla linç edilen bir psikolog profesörü savunduğum için ‘feminist’ etiketi ardına sığınan linç güruhunun öfkesi—bir kez daha—bana yöneldi’’(s.431).

İtiraf edeyim ki, bu hadiseyi de bu yazıdan öğrendim. Nişanyan’ın hangi bağlamda hangi motifle bu işe kalkıştığını bilmiyorum. Kendisi ‘’sapığı neden savunduğunu’’şöyle açıklamış: ‘’1) Sapık falan değil. 2) Muhtemelen hiç kabahati yok, mağdur olduğunu söyleyen kişinin ifadeleri problemli. 3) Cinsel girişimde bulunmuşsa evet, makul ölçüde cezalandırılması gerekebilir. 4) Linç şakşakçılığı daha büyük suçtur, caydırıcı şekilde cezalandırılması gerekir’’.

Bu söylediklerinden, profesörü hangi motifle savunduğu tam anlaşılmıyor. Biraz tahmin yürütelim. Üç ihtimal var. Nişanyan, sözkonusu profesörü masum olduğuna inandığı için savunmuş olabilir. Kuşkusuz, kayıtsız şartsız savunmak için harbi bir nedendir bu. Ya da Nişanyan, profesörün masum olup olmadığı açıklığa kavuşturulmadan suçlanmasına karşı çıktığı için savunmuş olabilir. Motifi, bir yanlışlık ve haksızlık yapılmasını önlemeye yöneliktir. Son bir ihtimal, Nişanyan profesörün suçlandığı sapıklığı yaptığını bile bile savunmuş olabilir. Bu noktada motifi, profesörü ne pahasına olursa olsun, bir insan olarak toplum karşısında savunmaktır. Bu, Nişanyan’ın profesörün sapıklığını onayladığı veya orantılı bir ceza almasını önlemek istediği anlamına gelmez, sadece toplumun küçük bir parçasını—bireyi—büyük parçası yani toplumun kendisi karşısında asgari bir koruma altında tutma azmini gösterir. Bu azim, toplumu bizzat kendisinden koruma isteğiyle eşdeğerdir.

Tarihte, bu saiklerle psikolog profesörden çok daha korkunç cürümler, düpedüz insanlık suçu işlemiş canavarları savunmayı vazife edinen avukatlar görülmüştür, hâlâ da görülür. Bunlar, çoğu kez savundukları suçlulardan daha fazla şimşekleri üzerlerine çekerler, ama bildikleri yoldan şaşmazlar. Çok inatçı ve azimlidirler, her zaman fazla sevilmezler, ama saygı görürler.

Profesörü savunurken, Nişanyan’ın bu avukatlardan pek de farklı olmayan bir saikle kendine vazife çıkarmış olması mümkündür. Yani savunma nedenleri arasında, üçüncü ihtimal daha yüksek görünüyor. Nitekim sözüne şöyle devam etmiş: ‘’Suçsuz birini savunmak kolay. A) Suçlu olup olmadığı belli olmayanı savunabiliyor musun? B) Az suçlu olanı savunabiliyor musun? C) Ağır suçlu da olsa, onun seviyesine düşmeden, insan kalmayı başarabiliyor musun?’’ (s.429)

Bütün bu hikâyeden, Nişanyan’ın düşüncelerini temelden etkileyen bir özelliği ortaya çıkıyor: kalabalık korkusu. Bu, agorafobi gibi doğrudan bir korkudan çok, neredeyse her gurup toplaşmasını, bir iktidar ve baskı yoğunlaşması gibi algılama durumu (bir bakıma, Elias Canetti’nin kalabalıklara ve kitlelere dönük gelişkin duyarlılığını hatırlatan bir durum). Bir başka yerde de şöyle demiş: ‘’Her zaman linç kurbanını savunmak gerekir. Suçlu da olsa, kan kokusu almış kalabalıklar kadar suçlu değildir. Kalabalık her zaman haksızdır. Kendi nefretini kusmak için kalabalığa sığınan, dünyanın en tehlikeli ve ahlaksız mahlukudur’’(s.511). Nişanyan’ın üzerine gelen feministleri hemencecik bir ‘güruh’ olarak nitelemesi boşuna değil. Ne de olsa bir ‘kalabalık’ oluşturuyorlar. Topu topu üç-beş kişi bile olsalar farketmez. Hatta feminist olup olmadıkları da o kadar farketmez.

Bu kalabalık (yahut kitle) korkusunun, Nişanyan’da ileri derecede bir tepkisellik yaratmış olduğu söylenebilir. Bu tepkisellik, çoğu kez karşısındakileri—hele bu bir ‘kalabalık’sa—dinmek bilmeyen bir kışkırtma, provoke etme ihtiyacı olarak su yüzüne çıkabiliyor. ‘’Köpekleri havlatmayan fikir söylenmeye değmez’’(s.508) demesi rastlantı değil. Bu söz onun üslubunu, hatta tüm hayat felsefesini özetliyor sanki. Sürekli kışkırtma ihtiyacı, hayat felsefesinin de ötesinde, sadece zihninden değil bedeninden de fışkıran bir içgüdü halini almış olabilir.

Lâkin kışkırtma eylemini bir iletişim stratejisi olarak benimsediği de belli. Amaç, provokasyon yoluyla düşünceleri hareket halinde tutabilmek. Beyinlerdeki kan deveranının sürekliliğini sağlamak. Amaç bu olunca, getirdiği en ağır eleştirilerin özgül ağırlığı değişebilir tabiatıyla. Örneğin, başlıca eleştiri konularından biri olan Atatürk’ü eleştiri konusu yapmasını bile, biraz da Atatürkçüleri zıplatmak isteyişine bağlamaktan kaçınmıyor: ‘’Mesele Kemal Paşa değil kardeşim. Mesele aptallık. Durgun beyinlilerin beynini hoplatmak için Kemal Paşa’ya çakmak lazımsa çakılacak tabii’’(s.115).

Bu durumda, Nişanyan’ın bazı hüküm ve değerlendirmelerinde epeyce bir ‘iskonto’ yapmak ve bir anlamda fazla ciddiye almaktan vazgeçmek kaçınılmazlaşıyor. Ne var ki, bundan çok gocunacağını sanmam, çünkü bizzat kendini ne kadar ciddiye aldığı her zaman belli olmuyor. Bir miktar kendini ciddiye almama halini zaten bir erdem olarak gördüğü veya yaşadığı tahmin edilebilir.

Nişanyan’ın bu kışkırtıcı halinin, hayatının tamamına damgasını vurduğu anlaşılıyor. Bu vesileyle, yıllar önce yazmış olduğum bir yazıda paylaştığım bir izlenimimi düzeltmek isterim(https://www.acikgazete.com/suunu-seven-adam-sevan-nianyan/). Şirince’deki ‘imar suçları’ dolayısıyla tekrar hapse girmesinin akabinde kaleme aldığım o yazıda, Nişanyan’ın işe ‘normal’ ve ‘uslu’ bir girişimci gibi başlamışken, karşılaştığı türlü saçmalıklar karşısında nasıl giderek isyankâr ve inkârcı bir ruh haline sürüklendiği, sonunda da nasıl bir bürokrasi ve devlet düşmanına dönüştüğü mealinde bir tablo çizmiştim. Oysa bu kitapta anlattıklarından, devlet ve bürokrasi düşmanlığının ilk gençlik yıllarına dek uzandığını öğreniyoruz. Başta askerliği sırasında Ali Nesin’le birlikte yaşadıkları olmak üzere, hayatında devletle cebelleştiğini gösteren epey bir vukuat mevcut.

‘Nasıl Ermenileştim’ başlıklı yazısından, Nişanyan’ın devlet karşıtlığının sosyalistliğiyle bağlantılı olarak başladığını ve geliştiğini ayrıca öğreniyoruz. Sonraları sosyalizm perdesi bir kere kalkınca, Ermenilik yeni bir anlam kazanmış, Hrant cinayetinin travmasıyla da ön plana çıkmış. Bütün bu gelişmelerin Nişanyan’ın provokatif tarzını beslediği, dilini büsbütün bilediği kesin. Fakat şurası açık ki, bu tarzın hem keyfini çıkarmak hem de fikri gereklerini yerine getirmek için, göze almadığı tehlike ve belâ yok. Buna belirli bir mazohizm de dahil. Onca saldırı ve ‘linç’ girişimine maruz kalmasını, o kadar yıl hapislerde çile çekmesini başka türlü açıklamak kolay değil. Nihai bir kertede, özgürlüğü cezaevinde bulduğundan bahsetmesi de(s.103), bunun bir işareti olsa gerek. Çok deşilirse, bu doğrultudaki felsefi yoklamalarında pekâlâ bir gerçek payı bulunabilir, ama marazi tarafının bayağı ağır bastığı ortada.

Fakat bu mazohizminin, kendisi kadar başkalarına dönük de sonuçları olabilir tabii. Nişanyan, ahlâksızlıkla özdeşleştirdiği riyakârlıkları sergilemek uğruna, bizzat ahlâkın sınırlarını zorlamaktan geri durmayabilir. Özgürlüğü diğer tüm değerler karşısında ödünsüz korumak adına, hatta salt ‘alışılmış’, ‘rutin’ olanın dışına çıkmak uğruna, katillikte yahut canilikte de bir hikmet bulabilir (‘’Seri katil dediğin ne ki? Alışkanlıklarını aşmış bir adam’’s.103). Her halükârda, hemen her zaman pire için yorgan yakacak kadar gözükaradır. (O kadar gözükaradır ki, en hafif deyimiyle ‘densizlik’ sayılabilecek hareketlere de bazen kolaylıkla sürüklenebilir. Örneğin, duyduğumuza göre son olarak Elazığ depreminin akabinde yaptığı gibi, hiç bir şekilde sahteliğe ve riyakârlığa düşmeme lüksünü korumak uğruna, en temel medeniyet kurallarını çiğnemekten geri durmayabilir, koca bir yöre halkına taziyede bulunmak şöyle dursun, susma imkânını da kullanmayıp, tüm kinini kusmaktan dahi imtina etmeyebilir.).

Diğer taraftan, Allah muhafaza doktor olsa, Nişanyan’ın 60 yaşın üstündeki herkesi sıkı bir triajdan geçirip büyücek bir çoğunluğunu mezara göndermesi işten değildir(s.143). Kendisinin de 60 yaş-üstü olması farketmez. Kaldı ki, kendine bir torpil yapması pekâlâ mümkündür, çünkü insanlığı işe yarayanlar ve yaramayanlar(daha doğrusu, güzellik yaratanlar ve yaratmayanlar) diye ikiye ayırmaya pek yatkın olduğu için, yüksek sağlık harcamaları pahasına da olsa, kendini de (tabiatıyla, haklı olarak!) dahil edeceği işe yarayanlar gurubunun daha ileri yaşlara kadar hayatta kalmasını hoş görebilir.

Bu nahoş söz ve çıkışları karşısında, Nişanyan’ın düpedüz sadizmin kıyılarında gezindiği düşünülebilir. Ama bir ‘sadist’ olduğuna hükmetmek doğru olmaz; sadist sıfatını bu tür düşünceleri havaya savuranlara değil bizzat uygulayanlara saklamak daha uygundur. Çoğu insan kötü şeyler söyler, ama dediği her kötülüğü yapamaz (üstelik, kötülüğün hep güzel şeyler söyleyenlerden çıkma ihtimali daha fazladır). Nişanyan’ın da, hiç değilse bu bağlamda diğer insanlardan farklı olduğunu düşünmek için pek bir neden yok. Ancak sadizmin mazohizmin ikizi olduğunu unutmamak gerek. Nişanyan’ın mazohizminde de bir ‘sado-mazo’ damarın mevcudiyeti bir şekilde hissediliyor. Zihninin labirentlerinde, bir Marquis de Sade dolaşıyor sanki.

Fakat sonuçta, Nişanyan’ın bütün bu sivriliklerini kendine seçtiği kışkırtıcılık mesleğiyle açıklamak sanırım en makulüdür. Haklı-haksız bir sürü insana verdiği rahatsızlık, Türkiye’nin düşün dünyasına—ve bizzat Türkçe’ye—bugüne kadar yapmış olduğu katkının bir bedeli ise, bu bedel devede kulak kalır. Bunu bir ‘bedel’ olarak görmeyip, katkısının değerli bir parçası addetmek de mümkün tabii.

Nişanyan, Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı, fakat uzaklara gitmedi. İronik mi, trajik mi artık bilemiyorum ama, bu yönüyle de durumu ilginçtir. Bu durumunu, belki en iyi halihazırdaki adresi anlatıyor. Kitabında yazdıklarından da anlaşılacağı üzere, Nişanyan sadece Türkiye’de değil yeryüzünde de bolca gezip tozmuş biridir. Bir bakıma bir dünya vatandaşıdır. Bu haliyle, dünyanın neresinde olsa rahatlıkla yaşayabilmesi beklenir. Ama kazın ayağı öyle değil. Ailevi bağlantılarıyla, istese Kanada’ya kolaylıkla göçebilir, fakat gitmez, çünkü o ülkeye kanı ısınmaz, ruhu üşür. Ermenistan tarafından cebine bir pasaport konduğu halde, o sarp ülkede de bir haftadan fazla rahat durabileceği şüphelidir. Nişanyan’ın problemi şu ki, o bir Türkiye bağımlısıdır, o nedenle de burnunun dibinden uzaklaşamaz. Nitekim gider, Türkiye’ye bakan en yakın Yunan adalarından birine yerleşir. ‘’ ‘Yerli ve milli’den bir halt olmaz’’ sözü aklımda kalmış. Doğrudur, ama belki bunun tek istisnası kendisidir. Çünkü bir yönüyle, bu sözü eden adamdan daha ‘yerli ve milli’si acaba var mıdır?

__________________________
Bu yazı 14 Nisan 2020’de K24 sitesinde yayınlanmıştır.