Posts Tagged ‘Aslı Aydıntaşbaş’

Cumhuriyet’in Bitişi

Eylül 20, 2018

Nihayet beklenen oldu ve Cumhuriyet Gazetesi’nin uzun tarihinde açılmış yaklaşık dört yıllık bir parantez kapandı. Hatırlanacağı üzere, bu gazete son yirmi yıldır hatta belki çok daha uzun bir zamandır (o hususun dönemlendirilmesi kuşkusuz ince ve ayrıntılı bir analiz gerektirir), başta İslami dalga olmak üzere dünyayı ve Türkiye’yi derinden etkileyen değişim süreçlerini izlemekte, anlamakta ve doğru tepkileri vermekte yetersiz kalmış, eski pırıltılı yüzünün sönük bir sureti haline gelmiş, kısacası hayatiyetini kaybetmiş bir yayın organı durumundaydı.

Fakat ne olduysa olmuş, dört yıl kadar önceki bir yönetim değişikliği sonucu, Aydın Engin, Aslı Aydıntaşbaş, Ahmet İnsel, Kadri Gürsel, Kemal Can, Tayfun Atay, Çiğdem Toker gibi isimlerin sayfalarında yazmaya başlamasıyla, gazete renklenmiş ve iyice canlanmıştı. Bu haliyle Cumhuriyet’in yürümeyeceğini, gazetede yerleşik ‘ulusalcı kanat’la ‘özgülükçü sol’ veya ‘sosyal demokrat’ denebilecek kanat arasında kavga çıkacağını, gazetenin de yönünü kaybedip büsbütün eriyeceğini düşünenler olmadı değil; fakat bu öngörü doğru çıkmadı; ‘kanat’lar arasında belirli bir denge—ve bir miktar etkileşim—tutturulmuş olmalı ki, gazete pekala gelişerek yolunda yürüdü ve kısa zamanda muhalefetin matbu medyada en güçlü ve neredeyse tek sesi haline geldi.

Sözcü Gazetesi gibi, hükümete karşı vargücüyle muhalefet eden yayın organları hiç yok değildi; hatta özellikle Sözcü’nün hükümete salvolar savurmakta öncülüğü kimseye bırakmadığı söylenebilir. Buna rağmen muhalif organlar içinde Cumhuriyet’in yeri ayrıydı, çünkü yalnız hükümete değil genel olarak dünyaya daha geniş—bir bakıma ‘evrensel’– bir perspektiften bakabiliyor, gündem ve eleştirilerini de ona göre düzenleyebiliyordu.  Bu niteliğiyle de, dış kamuoyunda sesine en çok kulak verilen, en ciddiye alınan yayın organı durumundaydı. Çok sayıda yazar ve yetkilisinin hükümet tarafından hedef alınması ve hapiste çürütülmeye çalışılması da boşuna değildi elbet.

Geçen gün tam da bir emrivakiyi andıran bir yönetim değişikliğinin ardından, Cumhuriyet’e son dört sene zarfında gelenlerin hemen hemen tamamı ayrıldı veya işlerine son verildi. Cumhuriyet böylece, kimisinin algıladığı ve savunduğu şekilde, ‘aslına rücu’ etti ve belki de kemikleşmiş eski okuyucu kitlesiyle buluştu.  Bu gelişmeye sevinenler maalesef az değildir, fakat şu bir gerçek ki, gazete aslında ölümcül bir kan kaybına uğradı. Gazetede kalanların, gidenlerin bazılarına ‘gitmeyin, ayrılma kararınızı gözden geçirin’ diye çağrıda bulunması da, bu kan kaybının nasıl derinden hissedildiğinin bir emaresidir.

Yönetim değişikliğiyle birlikte gazetenin baş sayfasına kapı gibi konan bildiri, sanki gazetede Atatürk aleyhtarı yayın yapanlar varmış gibi, ‘Atatürkçülüğe dönüş’ çağrısı içeriyordu.  Oysa sadık bir okuyucu olarak kendi hesabıma belirtmeliyim ki, gazetede yazanların hiçbirinden, özellikle Atatürk veya Atatürkçülük karşıtı bir söz duymuşluğum yoktu.  Üzülerek itiraf etmeliyim ki bu metin bana, 12 Eylül darbesiyle birlikte ardarda yayınlanan ‘Atatürkçülük’ vurgulu bildirileri hatırlattı. Bu tür  bildirilerin aslında, Atatürk’le ilgisi olmayan pek çok alçakça ve ahmakça eylem ve karartmaların kılıfı olduğu herhalde çoğumuzun malumudur.

Cumhuriyet, bu şekilde ‘aslına rücu ederek’ hiç de daha güçlenmedi, tersine, belki de kaçınılmaz ecelini daha da hızlandırmış oldu. ‘Kaçınılmaz eceli’ demek herhalde abartılı değil, zira çılgınca yükselen kağıt maliyetleri ve tam takır bir kasayla, ölümü muhtemelen mukadderdi. Ama en azından, son yıllarda kazandığı heterojen ve renkli yapısını korusaydı, hakkını vererek direnmiş ve ‘koptuğu yere kadar’ mücadelesini sürdürmüş olurdu.  Şimdiyse bunu gerçekleştirebileceği bile şüphelidir. En iyi ihtimalle, Sözcü ile aynı safta ve ayarda bir gazete olarak devam edecektir.

Kuşkusuz, bu yeni dönemeçte Cumhuriyet’te kalanlar arasında bilgi, tecrübe—ve görgü—sahibi olanlar yok değildir.  Ali Sirmen, Emre Kongar gibi yazarlar, gazetenin kıymetli demirbaşlarıdır.  Ayrıca, kalanlar arasında Mine Kırıkkanat gibi kalemi keskin yazarlar da yok değildir. Fakat bütün bunların mevcudiyeti, Cumhuriyet’in Sözcü ve benzer diğer yayın organlarından farkını korumaya yeter mi, doğrusu şüphelidir.  Ama daha da önemlisi, kalanların gidenlerin yerini dolduracak insanları arasalar bile kolay kolay bulamayacakları gerçeğidir. Arayacakları da, bir o kadar şüphelidir zaten.

Bazı ‘münafık’ yorumcular, Cumhuriyet’teki son yönetim değişikliğini AKP’nin—veya iktidarın–gazeteyi ‘içten fethi’ olarak yorumladılar. İktidarın Cumhuriyet’le yakından ilgilendiği su götürmez ama, sormak gerekir: iktidar ‘içten fethetmek’ için ne kadar mesai harcadı acaba? Herhalde o kadar da fazla değil.  Diğer pek çok siyasal olayda olduğu gibi, burada da muhalefetin—özellikle de o azimli Atatürkçülerin– iktidara fazla bir iş bırakmadığını görmüyor muyuz?

­­Bu yazı 11 Eylül 2018’de acikgazete.com’da yayınlanmıştır.

Şantaj Diplomasisinde Yeni Aşama: Papaz Brunson Olayı

Ağustos 15, 2018

 

ABD ile Türkiye arasında, son günlerde papaz Andrew Brunson üzerinden yükselen gerilim, inanılmaz boyutlara ulaştı. Bilindiği gibi, İzmir’de küçük bir Protestan kilisesinin papazı olan Brunson, FETÖ ve PKK ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle iki yıl kadar önce tutuklanmıştı.  Geçenlerde, tutukluluk durumu çok sıkı tedbirlerle ev hapsine çevrildi.  Hemen bir önceki mahkeme kararıyla çelişen bu ani kararın, ABD’nin artan baskısının sonucu olduğu düşünülüyor. Bu herhalde doğru, fakat diğer taraftan Türkiye’nin papazı tamamen serbest bırakmamakla ABD baskısına şimdilik direnmeye devam ettiği de anlaşılıyor.

İki ülke arasındaki bu çekişmenin, Türkiye’nin papazı salıverme karşılığında Fethullah Gülen’i teslim alma beklenti ve çabasından kaynaklandığı ortada. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından çıkan ‘al papazı, ver papazı’ şeklindeki  ifade de, bu pazarlık niyetinin açık bir kanıtı zaten.

Bu durum, devletler arasında zaman zaman görülen casus takaslarını anımsatıyor. Özellikle Soğuk Savaş döneminde, Atlantik İttifakı ile Sovyet Bloku arasında böyle takaslara sık rastlanırdı. Her iki taraf da, yakaladıkları casusları içeri tıkar, işlerine geldiği anlarda da bunları değiş tokuş ederlerdi.  Genellikle bu değiş tokuşlar birebir ölçü ile yapılırken, bazen önem derecesine göre, bir casusa karşı beş, on hatta daha yüksek sayıda casusun takas edildiği de olurdu.

Belki anımsatsa, hatta benzese de, gündemimizdeki papaz takasının koşulları çok farklı. Soğuk Savaş döneminde, herşeyden önce yakalanan casusların casus oldukları belliydi. En azından, gerek hükümetlerin gerekse kamuoylarının nezdinde bu kişilerin casus—ve dolayısıyla suçlu—olduğu hususunda fazla bir şüphe ve tereddüt yoktu. Oysa papaz olayında, Brunson’un profili kendisine isnat edilen suça pek uymuyor. Onca yazar ve gazetecinin FETÖ/PKK sempatizanlığı yahut darbe destekçiliği gibi mesnetsiz gerekçelerle yıllardır içeride tutulması ne kadar inandırıcıysa, Brunson’un benzer gerekçelerle hapis tutulması da ancak o kadar inandırıcı görünüyor. En azından Amerikan kamuoyunda, papazın tamamen masum olduğuna ve bir pazarlık kartı olarak hapis yattığına dair güçlü bir kanaat mevcut.

Diğer taraftan, Fethullah Gülen’in suçluluğu Türkiye’de sabit görülmesine rağmen, ABD kamuoyunda aynı kesinliğe sahip değil. Nedenleri muhtelif.  Bir kere, 2015 darbesinin hala aydınlanmamış pekçok yönü var. Ayrıca, ABD kamuoyundaki darbe ile ilgili bilgi ve algılar zaten epey sınırlı. Ama Türkiye’deki FETÖ soruşturmalarının rayından çıkıp yanlış adreslere yönelmesi belki de en önemli etken, çünkü suları bulandırdığı, kafaları iyice karıştırdığı meydanda.

ABD hükümeti, hapse koyduğu bir casusu takasla başka bir ülkeye gönderebilir.  Soğuk Savaş döneminde görülen buydu. Fakat Fethullah Gülen yakalanıp da içeri tıkılmış biri değildir; halen ABD topraklarında serbestçe yaşayan biridir. Üstelik darbe girişimi ile bağlantısını reddetmekte, suçsuzluğunu ısrarla savunmaktadır.  Yani en azından kağıt üzerinde halen suçsuz konumundadır. Çok muhtemeldir ki, ta başından itibaren Amerikan yönetimleri Fethullah Gülen’i korumuş, kollamış ve desteklemiştir; ama hiç korumamış kollamamış olsalar bile, bu şartlar altında hiçbir Amerikan yönetimi Gülen’i kolay kolay tutup gönderemez.  Bu Obama döneminde iyice zordu, fakat hak hukuk tanımayan Trump döneminde bile kolay değildir.

Velhasıl, gündemimizdeki papaz takası ile klasik casus takasları arasında gözden kaçması mümkün olmayan bir asimetri durumu var.  Buna simetrisizlik, ya da bir tür ‘mütekabiliyet eksikliği’ diyebiliriz. Casus takasında, her iki taraftaki casuslar da ülkelerine dönmek isterler; sonra başlarına neler gelebilir ayrı konu ama, dönmek casuslar için ilk etapta kurtuluş demektir.  Bizim olayımızda ise, papaz Brunson herhalde çektiği çileden sonra ülkesine dönmek isteyecektir ama, karşı taraftaki ‘papaz’ın Pensilvanya’daki zaviyesinden ayrılmaya herhalde hiç niyeti yoktur ve ayrılmamak için daha çok direnecektir şüphesiz.

Böyle bir asimetri durumunda, bu değiş tokuş işinden sonuç elde etmeye dönük hesaplar ne kadar gerçekçidir?  Kuşkusuz burada asimetriyi daha da arttıran diğer bir etken, papazların ‘özgül ağırlıkları’ arasındaki farktır: ‘al papazı, ver papazı’ iyi de, Brunson’un eti budu nedir ki, Fethullah Gülen gibi küresel  ağ sahibi bir figürle aynı tartıda tartılabilsin?* Eğer bu mümkünse, oldu olacak, Brunson’a karşılık daha başka ve kallavi talepler de niye ortaya sürülmesin diye sormak pekala mümkün: olası Halk Bankası ve S-400 yaptırımlarınının önünü kesmek gibi örneğin (Nitekim, bazı hükümet yetkililerinin kafasında bu tür denklemler kurulduğunu gösterir alametler de yok değil!).

Tabiatıyla, bir taşla birden fazla hatta çok sayıda kuş vurmak güzeldir de, hedeflenen kuş sayısı arttıkça, tek bir kuş vuramama gibi bir hüsran ihtimali de kaçınılmaz olarak yükselir.  Türkiye’nin de böyle bir hüsranla karşılaşma ihtimali hayli yüksek görünüyor.  Fakat burada asıl mesele, eldeki kozla hedeflenen sonuçlar arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir hesap hatası ile sınırlı değildir. Papaz takasıyla casus takası arasında, asimetriyi ya da simetrisizliği de aşan bir fark var: casus takasında bir ‘al-ver’ ilişkisi mevcuttur. Alınan ve verilen ‘eşya’ların değeri veya değiş tokuşun zamanlaması hakkında hesap hatası yapılabilir, fakat sonuçta yapılan hata, tarafların karşılıklı anlaştığı bir zeminde yapılan bir hatadır.

Oysa bizim papaz takasında, bir tarafın öbür tarafı elinde tuttuğu rehinle sıkıştırarak, adeta şantaja benzer girişimlerde bulunduğuna tanık olmaktayız.  Bunu yapan tarafın da maalesef Türkiye olduğunu, ‘şantaj diplomasisi’ teriminin de Türkiye ile anılır hale geldiğini görüyoruz.

Doğrusu, ‘şantaj’ ve ‘diplomasi’ kolayca yan yana gelecek kavramlar değil.  Bu tür şantajlar, tam da diplomasi pratiklerinin henüz varolmadığı veya gelişmediği eski çağlarda görülürdü. Osmanlı’nın da özellikle ilk dönemlerinde yapmaktan kendini pek alamadığı işlerdendir. Çağımızda ise, başta Afrika’dakiler olmak üzere sömürgecilik-sonrası kurulan zayıf ulus-devletlerin tek adam yönetimlerinin çok sıkıştıkça başvurduğu yöntemlerdendir.  Tabii bir de, uçak kaçırıp da uçuk taleplerde bulunan ve ‘terörist’ sıfatını en çok hakeden kişi ve örgütler var ki, onları saymak bile istemem.

Kabul etmek gerekir ki Türkiye, İzmir’de onyıllardır oturan bir garip papazı tutup bir rehin gibi kullanmakla, şimdi tam da yukarıda işaret ettiğim şantajcılar kategorisine girmiş bir ülke durumundadır. Gene kabul etmek gerekir ki Türkiye böylece, Trump gibi saldırgan birini ve yönetimini ‘mağdur’ pozisyonuna yerleştirme becerisini de göstermiş durumdadır. Kuşkusuz, çok az ülkeye nasip olan bir beceridir bu.

Trump ve yardımcılarının ‘yeter artık, salıverin papazı, yoksa görürsünüz’ mealindeki tepkisi Türkiye’de çok sert ve tehditkar bulundu, fakat öfkelerini anlamak pek zor değil. Mahkemelerinin bağımsızlık iddiası artık kargaları bile güldürecek boyuta ulaşmışken, Türk tarafının hala ‘bizim elimizden birşey gelmez, bağımsız mahkemelerimiz karar verir’ teranesine başvurması, Amerikalıların öfkesini büsbütün arttıran ilave bir etken şüphesiz. Türk tarafının bu öfkedeki haklılık payını görmezden gelip, bir de ‘tehditlere karşı onurlu çıkış’ pozisyonuna yatması, Amerikalıların tansiyonunu daha ne kadar yükseltir, bilemeyiz artık.

Bilebildiğimiz tek şey, bu oyunun tehlikeli bir kumara dönüştüğü. Ama bu arada olan tabii ki Türkiye’nin itibarına oluyor. Brunson hadisesi, kaç zamandır zaten yerlerde sürünen bu itibara sürülen son bir leke sayılabilir.  Türkiye’nin dış dünyadaki konum ve ilişkilerini yakından izleyen yetkin yorumculardan Aslı Aydıntaşbaş, bu hadiseyi ‘yeni bir Midnight Express vakası’ olarak nitelemiş. Çok doğru, fakat şu farkla ki, Midnight Express bir yabancı yapımıydı, bu seferki ise katıksız ve saf bir Türk yapımıdır.

Denebilir ki, Türkiye’nin kendi ayaklarına habire kurşun sıkması vaka-i adiyedendir, o bakımdan üzerinde o kadar durmaya değmez. Vahamet o düzeyde olunca, belki.  Fakat belki de asıl üzerinde durulması gereken, Brunson hadisesinin Türkiye’nin iç kamuoyundaki yansımalarıdır.

Türkiye’deki iktidar, her zaman yaptığı gibi, bu defa Amerika ile mağduriyet yarıştırırken, Amerika’nın tepkisini dış emperyal bir gücün mazlum ülkemiz üzerindeki baskı ve tehditi olarak sunmaya çalıştı. İktidarın kendi tabanının bu algıyı satın alması anlaşılır bir durum.  İlginç olan şu ki, muhalefet tabanında da bu algıyı kabullenmeye teşni geniş bir kesim mevcut.

Son günlerde, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’nin önde gelen yetkililerinden hükümetin kurduğu papaz oyununa körükörüne katıldıklarını gösteren açıklamalara rastladık. ‘Papazın içeride tutulması yanlıştır ve Türkiye’nin çıkarlarına aykırıdır’ diyeceklerine, hükümetin ‘biz baskı ve tehdite gelmeyiz’ kabilinden ABD karşısında tutturduğu söylemle aynı telden çalarak, o baskı ve tehdite neden olan yanlış adımları benimsediklerini veya bir şekilde onayladıklarını göstermiş oldular.  Belki ne benimsediler, ne de onayladılar, fakat sözkonusu olan bir dış güç karşısında pozisyon almaksa, ve hele bu dış güç bizzat Amerika ise, olayın doğruluğuna yanlışlığına bakmaksızın, ülke hükümetiyle aynı hizaya gelmekten hiç sakınmayacaklarını yeterince belli etmiş oldular.  Yanlışlığı aşikar en basit bir olayda bile, milli duvarın dibinde toplaşma refleksinin, ülkenin ana muhalefet partisinde dahi ne kadar güçlü olduğunu bir defa daha görmüş olduk böylece.

Galiba refleks deyip geçmemek lazım. Son seçimler, CHP’deki arızanın nedenleri üzerinde gene uzun spekülasyonlara vesile oldu. En yaygın eleştiriler, partinin belirgin ve tutarlı bir programı olmadığı üzerinde döndü durdu hep. Kuşkusuz doğru ve kaçınılmaz eleştirilerdi bunlar. Fakat arızayı, asıl bu reflekslerde aramak daha mı doğru acaba? Dahası, böyle refleksler veren bir ana muhalefet varken, 16 yıldır iyi kötü gücünü koruyan bir iktidarın sırrını başka yerlerde aramaya gerek var mı sahiden?

Bu yazı 31 Temmuz 2018’de acikgazete.com’da yayınlanmıştır.

___________________________________________

*Bugünkü konjonktürde, Brunson’un Fethullah Gülen’i değil, Amerika’da hapse mahkum edilen Halkbank yöneticisi Hakan Atilla’yi geri almak için rehin tutulduğu ileri sürülebilir. Brunson iki yıl önce tutuklandığında, Hakan Atilla henüz gündemde değildi. İlk başlarda, çeşitli çevrelerde Brunson’un ‘bedeli’ olarak Gülen’in adı telaffuz ediliyordu. ‘Ver papazı, al papazı’ lafı da bu denkleme işaret ediyordu. Şimdilerde ise, Brunson’un Hakan Atilla için tutulduğu düşünülmektedir. Aslı Aydıntaşbaş da, Cumhuriyet’te çıkan son yazısında bu görüşü savunmaktadır(29/07/2018). Bu doğru olabilir. Çok muhtemeldir ki, ilk başlarda terazinin bir tarafında Gülen düşünülürken, sonradan onun yerine Hakan Atilla konmuştur.  Eğer öyleyse, böyle bir değiş-tokuş beklentisi yukarıda ‘casus takası’ diye betimlediğimiz tabloya kuşkusuz daha çok uyar, üstelik daha da ‘gerçekçi’ sayılabilir. Fakat bu durumda da, Brunson’un baştan beri bir ‘şantaj’ saikiyle hapiste tutulduğu gerçeği değişmez.

Diğer taraftan, Aydıntaşbaş aynı yazısında ‘takas’ fikrinin aslında Türk değil ilkin Amerikan tarafından çıktığını  belirtiyor.  Nitekim geçen gün Cumhurbaşkanı Erdoğan da hiçbir zaman ‘takas’ diye birşey düşünmediklerini beyan etti. ‘Durum’u kurtarmak için elbette kaçınılmaz bir beyanattı bu; fakat ne kadar inandırıcıdır tartışılır.  Brunson/Atilla bağlamında takas fikri ilk Amerikalılardan çıkmış olsa da, bu fikrin Türk tarafına yabancı olduğunu söylemek zor. Bizzat Erdoğan’ın zihninin, bir değil onlarca takas senaryosu ile dopdolu olduğu, hareketlerinden ve ardarda aldığı kararlardan yeterince belli olmuyor mu?

PATRİK ve SABIR TAŞI

Ocak 2, 2010

Amerika’da Patrik Bartholomeos’la sekiz ay kadar önce yapıldığı halde ancak şimdilerde yayına sokulan hayli bayatlamış  bir söyleşi, Türkiye’de gene epey bir gürültü kopardı.  CBS televizyonunda gösterilmesinin hemen ardından Türk medyasına da yansıyan bu söyleşide Patrik, düşünceli ve yorgun bir ifadeyle, Rum cemaati ve Patrikhane olarak yaşadıkları sıkıntıları anlatmakta.  İkinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini, Türk vatandaşı olarak tüm haklarını yaşadıklarını hissedemediklerini belirttikten sonra, özellikle Patrikhane için hayati bir konu olan Heybeliada papaz okulunun neredeyse yarım yüzyıldır kapalı oluşu ve hâlâ açılamayışından kaynaklanan mağduriyetlerini ve hayal kırıklıklarını dile getirmekte. 

Muhabirin, “madem bu kadar sıkıntı yaşıyorsunuz, neden Yunanistan’a gitmiyorsunuz?” yollu sorusuna da Patrik’in verdiği cevap şu: “Çünkü ülkemizi seviyoruz.  Burada doğduk, burada ölmek istiyoruz”.  Bu topraklarda en az 17 yüzyıllık bir geçmişleri olduğunu hatırlatan Patrik, “ülkemizin yetkililerinin neden bu tarihe saygı duymadığını merak ediyorum” diyor.  Yaptığı atıflardan anlaşılıyor ki Patriğin bu merakında, Türk yetkililerin nasıl olup da Osmanlı ve daha genel olarak geleneksel İslam “hoşgörüsü”nden hiç nasiplerini almamış gibi davranabildiklerine duyduğu hayret de gizli.

Muhabirin Türkiye’de kalmakla zorlu bir yolu seçtiğini ima eden sözleri karşısında, Patrik kararlılığını vurgulamak için, İsa’nın çarmıha gerildikten sonra da yaşamaya devam edişine atıfta bulunmakta, belli ki bu mecaza başvurmaktan da ayrıca manevi bir güç almakta.  Sonuçta, tek bir cümleyle söylediği şu: Türkiye’de baskı altındayız, ama baskılara direneceğiz.  Bu ülkede çarmıha geriliyoruz.  Fakat çarmıha gerilsek de, ölmeyeceğiz; yaşamaya, varolmaya devam edeceğiz: “Ayakta kalmaya kararlıyız”.

Patriğin alışıldık uslûbuna yabancı olan bu sert ve yalın sözlerin pekçok çevrede şaşkınlık yarattığını görüyoruz.  Medyada “Patrik neler dedi neler!” yahut “Türkiye’ye salvolar” gibi kışkırtıcı başlıklarla manşet olan bu sözleri geniş bir kesimin kaldıramadığı ve özellikle “çarmıha gerilmek” deyimini infialle karşıladığı açık.  Bu kesimden yükselen değişik suçlamalara bakılırsa, Patrik bu sözlerle ya “mazlumu oynuyor”, ya daha beteri, “Türkiye’ye fütursuzca meydan okuyor”, ama öyle veya böyle, her halükârda “Türk halkını rencide ediyor”.

Patriğin demeci yalnız düşmanları değil dostları arasında da şaşkınlık yaratmışa benziyor.  Çoğu dostu, bu demecin şimşekleri Patriğin üstüne çekeceğinden ve ortamı gereksiz yere gereceğinden tedirgin.  Bu tedirginlikle de, ilginç savunmalar getirenler var.  Örneğin Patriğin avukatı Kezban Hatemi, Patriğin yanlış anlaşıldığını, “çarmıha gerilmek” deyiminin gâvurcada pek öyle ağır şeyler ifade etmediğini savunarak, kara bulutları kendince dağıtmaya çalışmış.  Aslı Aydıntaşbaş’ın konuyla ilgili bir yazısında aktardığına bakılırsa, Patriğin demecini verdiği gün ateşli ve hasta olduğunu öne sürerek, demecindeki aykırı sözlerin hastalığına verilmesini isteyen dostları da var anlaşılan.  Kimbilir, işi ateşli bir havaleden de basit bir şeye, sözgelimi bir “dil sürçmesi”ne bağlayanlar da vardır belki.  Nitekim, ortamın gerilmesinde pek bir menfaati olmasa gerek ki, bizzat Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Patriğin “talihsiz” demecinin bir dil sürçmesinden kaynaklandığını umduğunu belirtmiş.

Ama gerçeğin, lâfını Patriğe yutturmaya çalışanların umduğu gibi olmadığı ortada.  Türkiye’nin zehir hafiyesi Onur Öymen haklı: Patriğin sözü bir dil sürçmesi falan değil.  Düşündüğünü ve hissettiğini açıkça, sansürsüz söylemiş.  Belli ki, bir noktada Patriğin canına tak demiş.

Üstelik, Patriğin bu “çarmıha gerilme” hissinin, Kezban Hatemi’nin hafifletmeye çalıştığı şekilde, olağan ve gündelik bir konuşma diline indirgenemeyeceğini, bunun çok ötesinde, yılların ve hatta asırların biriktirdiği metafizik bir ağırlığı olduğunu görmek zor değil.  En serpilip saçıldığı dönem Osmanlı hakimiyetine rastgelmesine, Osmanlı yönetimiyle aralarında asırlar boyu fevkalâde kullanışlı bir modus vivendi bulunmuş olmasına rağmen, Bizans’ın sönüşünden bu yana Patrikhane’nin kendini daima İstanbul’daki “Mahpus  Kilise” olarak algılayageldiği bir sır değil.  Ortaçağ tarihçisi Steven Runciman’ın ünlü yapıtında (The Great Church in Captivity) en dramatik boyutuyla aktardığı bu algılamanın, afaganların bastığı sıkıntılı anlarında Patriği de pençesine alıp, çarmıha gerilmişlik hissini açığa vuracak kadar güçlendirmiş olması kuvvetle muhtemel.

Lâkin kabul etmek lâzım ki bu “çarmıha gerilme” terimi fazlasıyla güçlü bir ifade.  Çarmıha gerilmiş gibi hissetmek için, ezici bir güç karşısında çok çaresiz ve yalnız kalmış olmak gerekir.  Oysa tüm Osmanlı idaresi boyunca, en dertli anlarında bile patrikler çok çaresiz ve yalnız kalmadı.  Zaman zaman çaresiz hissetseler bile, hiç bir zaman yalnız değildiler, çünkü kendi dinlerine bağlı geniş bir nüfusa dayanıyorlardı.  Bugünkü patriğin ise dayandığı bir nüfus yok; dünya çapındaki hatırısayılır itibarına rağmen, yalnızlığı da herhalde burada aranmalı.  Baskının ve kötü muamelenin büsbütün derinleştirdiği, farklı bir yalnızlık olmalı bu.   Yaptığı atıflardan da anlaşılacağı üzere, “çarmıha geriliyoruz” derken, Patriğin kendini Pagan Roma’nın kahredici gücü karşısında kıstırılmış ilk Hıristiyanlar gibi hissetmesi boşuna değil.

Peki, Patriğin sabrını taşıran, canına tak dedirten ne?  “Hiçbir şey!  Sadece mazlumu oynuyor” demek mümkün mü?

Mazlumu oynamak, bizimki gibi toplumlarda (hadi bunlara kestirmeden “şark toplumları” diyelim) prim yapan bir yöntemdir.  Tayyip Erdoğan’ın mazlumu oynaya oynaya nerelere geldiğini gördük.  Ama mazlumu oynamak için, küçük bir nebze de olsa elde bir malzeme bulunması gerekir—vicdanlara seslenen, baskı ve adaletsizlik örneği bir malzeme.  Tayyip Erdoğan’ın malzemesi, kendisini hapse yollayan o meşum şiirdi.

Patriğin o şiirden çok daha fazla malzemesi var.  Ancak bu malzeme bir işe yaramaz, çünkü niyetlense bile, Patriğin bu malzemeyi kullanarak mazlumu oynaması, müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışmasına benzer.  Çarmıha gerçekten de gerilse, Patriğin gönüllerde taht kurma şansı yoktur.  Bunun nedeni ayrı bir dinin mensubu olması kadar, Türkiye’de zayıftan, yoksuldan, ezilenden yana değil, güçlüden, egemenden, zenginden yana bir imaja sahip olmasıdır: herşeyden önce Patrik, başta Yunanistan olmak üzere dış güçlerin, Batı kulübünün ve nihayetinde emperyalizmin bir temsilcisi, hatta bir “maşa”sı olarak algılanagelmektedir.  Tıpkı Türkiye’deki burjuvazinin bir zamanlar öncü kesimini oluşturan Rum cemaatinin, artık hemen hiç alâkası kalmadığı halde, hâlâ burjuvazinin ve “sosyete”nin bir parçası olarak algılanageldiği gibi…

Diğer taraftan, Patriğin Hıristiyan Batı kamuoyu nezdinde de mazlumu oynaması sözkonusu değildir, çünkü bütün tavrını ve politikasını dışarıda Türkiye’yi şikayet ve kınama üzerine değil, destekleme üzerine kurmuştur.  Hatta bunu yaparken, kendi Ortodoks dünyasının güç dengesi içinde önemli riskler aldığı ve şiddetli tepkilere maruz kaldığı iyi bilinir (Bunların bir kısmına aşağıda değineceğim).

Şu halde Patrik, eğer protesto niteliğinde bir çıkışta bulunmuşsa, bunu mazlumu oynadığı için değil, düpedüz mazlum durumunda olduğu için yapmıştır.  Tabii “güçlü”den yana imajına bakarak, “mazlum” sıfatını gene de Patriğe yakıştırmakta zorlananlar çıkabilir.  O takdirde, onlara kaderin ve tarihin türlü cilvelerini hatırlatmakta yarar var: gün olur, güçlüler de pekâlâ mazlum durumuna düşebilir.  Bunu görmek için uzağa gitmeye gerek yok: Türkiye’nin belki de en baskın ve egemen toplumsal gücü olan İslam’ın bile uzun bir dönem boyunca kendini mazlum durumunda bulduğu, çağdaş tarihimizin trajikomik cilvelerinden biri değil midir?

O halde, “güçlü”den yana imajı biran için tamamen doğru kabul edilse bile, Patriğin mazlum durumunda bulunması olmayacak birşey değildir.  Gene de, çağrışımları fazla ağır geliyorsa, “zulüm gören bir mazlum” yerine, “çile çeken bir mağdur” sıfatı tercih edilebilir. 

Böylece, en hafif deyimiyle, Patriğin halen çile çeken bir mağdur durumunda olduğu söylenebilir.  Çektiği çileler de uydurma veya yapay değil, gerçektir.  Bunlar, Rum vakıflarına ait mallara çeşitli ayak oyunlarıyla devletçe el konulması, ekümeniklik ünvanıyla uğraşılması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılamaması gibi müzminleşmiş sorunların yarattığı çilelerdir.

Bildiğimiz kadarıyla, bunların üzerine yeni, beklenmedik sorunlar gelmiş değil.  O zaman, ister istemez şu soru kendini dayatıyor:  ne oldu da, Patriğin sabrı şimdi taştı? Ne oldu da, bir anlamda “çileden çıkma”sı, gelip bu günlere rastladı?

Patriğin son çıkışının, özellikle hükümeti hedef alır bir izlenim bırakması şaşırtıcı, çünkü pekçok yorumcunun da vurguladığı gibi, Özal hükümetleriyle birlikte, Patrikhane’ye nispeten açık ve duyarlı bir yaklaşım sergileyen ender hükümetlerdendi şimdiki hükümet.

AKP hükümetinin bu nüanslı yaklaşımının ilk ve belki de en simgesel göstergesi, AKP’nin iktidara gelişinin hemen ardından, zamanın İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun Patriğin Boğaz’daki şahsi ikametgâhındaki özel yemeğe icabet etmesiydi.  Bu ziyaret, o zamana kadar değil içişleri bakanını, valiyi bile görmekte zorluk çeken ve bulunduğu ilçenin kaymakamıyla muhatap bırakılan Patrik için elbette çok cesaretlendirici bir gelişmeydi.  Bakanın ziyaretinin ardından, hükümet tarafından da iyi niyet mesajları gelmeye başladı.  Bunları, biraz Avrupa uyum sürecinin rüzgârı ile de olsa ve bir çok bakımdan yetersiz kalsa da, azınlık vakıf mallarıyla ilgili olumlu doğrultuda atılan bir takım idari ve yasal adımlar izledi.  Ara sıra su yüzüne vuran ekümeniklik gerginliği, bu iyiye gidişi fazla gölgelemedi; Ruhban Okulu ile ilgili de olumlu açıklamalar birbirini takip etti, hatta devlet katında bu sorunun çözülmesi için ciddi hazırlıklar yapıldığına dair güçlü bir izlenim oluştu.  Patrikhane’ye hiç sıcak bakmayan sıkı milliyetçi kesimlerde bile, tek tük yeşil işıklar yanmaya başlamıştı.  Sorunun vakıf üniversitesi kurularak çözümü türünden önerilerin Hasan Celal Güzel gibi milliyetçi yazarlar tarafından bile kabul görüp savunulması da,  meselenin çözümsüzlüğüne ilişkin daha önce verilen bir sürü “teknik” ve hukuki mazeretin ne kadar geçersiz ve yapay olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştı.  Kamuoyu da artık böylesine müsaitken, hükümetin eli serbestti ve Patrikhane’nin bu en önemli probleminin nihayet çözüme kavuşması an meselesi gibi duruyordu.  Tünelin ucu gözükmüştü.

Lâkin beklentilerin zirveye ulaştığı bir noktada farkedildi ki, aslında yürüyen bir süreç yok; yani eski tas eski hamam, bir şey  olacağı da yok.  Patriğin Amerika demecindeki şu konuşmadan, en yüksek makama kadar gidip de hangi kapıyı açtıysa bir duvarla karşılaştığı anlaşılıyor: “Başbakanı ziyaret ettim, sorunlarımızı dile getirdim ve ‘neden’ diye sordum, yardım istedim.”  Muhabir soruyor: “Cevap aldınız mı?” “Asla” diyor Patrik.

Belli ki Ruhban Okulu bir kere daha kazaya uğramış durumda.  Başbakan Erdoğan’ın geçenlerde kulaklarda yankılanan, “ama Atina’da da cami yok” yollu sözlerinden, onun da, diğer selefleri gibi, Ruhban Okulu’nu “mütekabiliyet ilkesi gereği” Yunanistan’daki Türk azınlığa ve İslam kültürüne yönelik kötü uygulamalar karşısında bir koz olarak tutma ve kullanma alışkanlığından vazgeçemediği anlaşılıyor.  Oysa bu meşhur mütekabiliyet ilkesinin sınırlı bir uygulama alanına sahip hukuki bir kavram olduğu, Ruhban Okulu gibi konuların bu alana girmediği, bu alana zorla sokulmasının ahlâken de siyaseten de yanlış olduğu defalarca yazılıp çizilmiş, üstelik bazı hükümet yetkilileri de bu gerçeği kavramış görünmüştü (Hukukçu Rıza Türmen, 25 Aralık 2009 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında, dayanamamış, bu konunun ilerisini gerisini bir defa daha anlatmış).  Tabii hükümetin Ruhban Okulu’nu, Yunanistan’ın da ötesinde, Avrupa Birliği ile süregelen daha çetrefilli çekişme ve pazarlıklarda üstü kapalı bir koz olarak kullanmaya kalkışması da olası.   İnanması zor ama, anlaşılmaz bir sürü hesabın içinde bu da varsa, doğrusu şaşırmamak lâzım.

Diğer taraftan, sözkonusu “kaza”nın nedenini, bizzat  AKP’nin tabanından (ve de bazen tavanından!) gelen bir dirence bağlamak da elbette mümkün.  AKP iktidarı Türk-İslam sentezinin en mükemmel versiyonu olmayabilir ama, böyle bir senteze çok da aykırı düşmeyecek şekilde, bu iktidarın biri milliyetçi, diğeri ümmetçi iki ana damardan beslendiği malûm.   Milliyetçi damarın, ülkedeki diğer milliyetçi akımlar gibi,  AKP iktidarını aşağı çektiği ve gerçekleştirmek istediği tüm “açılımlar”ın önünü kapadığı, ümmetçi damarın ise bu milliyetçi basıncı azalttığı ve bir nebze dengelediği düşünülebilir.  Sağ veya sol bir takım laik hareketlere kıyasla, din konusunda hassas olan bir akımın, kendine yabancı da olsa diğer dinlere daha “hoşgörülü” yaklaşması beklenebilir.  Üstelik, kendi öz ilâhiyatına bakılırsa, bu hoşgörülü yaklaşım büyük semavi dinlerin sonuncusu olarak İslam’da zaten mündemiçtir (Tabiatıyla buradaki “hoşgörü”, eşit görmek değil, sadece tahammül etmek anlamındadır; ama hakkıyla tahammül etmek de, kendi başına bir değerdir kuşkusuz!).  Bu bakımdan, dinler-arası veya uygarlıklar-arası diyalog türü girişimlere AKP iktidarının daha bir heves ve iddiayla talip olması da herhalde rastlantı değildir.

Ancak milliyetçilik karşısındaki zahiri üstünlüğüne rağmen, ümmetçiliğin çelişkisini daimi kılan ve evrensel boyutunu yok eden bu mahalli ve kör yanını, herşey bir yana, Türkiye’de Sünni İslam’ın Alevilere yönelik düşmanca muamelesinden gayet iyi tanırız.  AKP tabanının önemli bir kısmını oluşturan Sünni İslam’ın, tüm bir Osmanlı dönemi boyunca olduğu gibi, normalde Aleviliğe Ortodoksluktan da daha hoşgörüsüz ve insafsız davranması pekâlâ mümkündür, çünkü Sünni İslâm’ın nezdinde Alevilik kendi erişim ve rekabet alanı içindeyken, Ortodoksluk bu alanın dışında kalan ayrı bir dinin mezhebidir.  Fakat sözünü ettiğimiz milliyetçi damarın etkisiyle, Ortodokslara gösterilen hoşgörüsüzlük Alevilere gösterilenden de beter hale gelebilir.  Ümmetçiliğin bu yobaz yönü, zaten varolan milliyetçi damarla birleştiğinde, mükemmel bir Türk-İslam kıskacı şeklinde, AKP iktidarının hareket kabiliyetini hayli sınırlamış olabilir.

Fakat hükümetin önünü tıkayan asıl direncin, AKP tabanından veya toplumdan değil, doğrudan doğruya devletten geldiği de ileri sürülebilir.  Hükümetin iyi niyetli olduğu, lâkin sivil ve askeri bürokrasinin engelini aşamadığı yolundaki yaygın kanaatte kuşkusuz bir gerçek payı var; ancak hükümetin bazen kendi irade eksikliğini saklamak için bu kanaatin arkasına saklandığı da bir gerçek.  Her halükârda, YÖK’ten cumhurbaşkanlığına dek, devletin en önemli organlarını ele geçirip, orduyu da köşeye sıkıştıracak kadar ileri gidebilmiş bir iktidarın, bir azınlık okulunu bir formülünü bulup açtırmakta iktidarsız kalması pek inandırıcı olmasa gerek!

İnandırıcı veya değil, nedenleri ne olursa olsun, AKP iktidarının Patrikhane ve genel olarak Rum cemaatine yönelik olumlu girişimlerinin arkasının gelmediği ortada.  Bu iktidarın artık sekizinci yılını sürerken, diğer bütün konular bir yana, daha şu okul sorununu bile çözememiş olmasının hiçbir makul açıklaması veya mazereti olamaz.  Burada sözkonusu olan, günün moda deyimiyle  eğer bir “açılım”sa, bu açılımın fiyaskoyla sonuçlandığı aşikârdır.  Eğer Patrikhane konusundaki bir küçük açılım bile fiyaskoyla son buluyorsa, Patrikhane’den kat be kat önemli olan Kürt sorununa yönelik bir “büyük” açılımdan nasıl iyi bir sonuç çıkabilir, doğrusu meçhuldur.  Burada bütün mesele aslında, beklentilerin hızla yükselmesine yol açıp veya izin verip, ardından bu beklentileri hiçbir şekilde karşılayamama aczinde yatmaktadır.  Beklentileri karşılayamamak veya karşılamaya samimi bir niyeti varsa da bu niyeti gösterememek, bu beklentilerin doğmasını daha başından engellemeye çalışmaktan daha kötü sonuçlar verebilir.  Görülen o ki, Kürt meselesinde halen yaşanmakta olan kargaşa, büyük ölçüde bu durumdan kaynaklanmaktadır.  Arkası nasıl geleceği meçhul olan, yahut gelmeyeceği apaçık belli olan bir “açılım”, öfkeleri taşırmaktan, isyan duygusunu büsbütün kabartmaktan başka bir işe yaramamış gibidir.  Patriğin son çıkışını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir: aldatıcı işaretlere, tutulmamış sözlere karşı gösterilmiş bir tepkidir bu.

Kimisine göre Patrik, “çarmıha gerildik” demekle, yalnız Türkiye’ye meydan okumakla kalmamış, Türk halkını da “rencide etmiştir”.  Birilerini rencide ettiği muhakkak, ama rencide olanlar olsa olsa, Patrik ve camiasını çarmıha germe ithamını üstüne alınanlardır, başkaları değil—topyekûn “Türk halkı” hiç değil. 

“Türkiye’ye meydan okuma”ya gelince, bu yoruma açık bir durumdur tabii.  Bir bakıma, her meydan okuma, tanım gereği insanın canına “tak dediği” noktada başlar.  Bu anlamda evet, Patrik çok sembolik  bir düzeyde kalsa da, Türkiye’ye meydan okumuştur.  Ne var ki, son tahlilde bunun Türkiye’nin aleyhine değil, lehine bir durum olduğunu görmek gerekir.

Çünkü Patriğin bu meydan okuyuşu, Ortodoks dünyası ve Yunanistan içindeki güçlü ve etkin bir çevreye neredeyse polemik bir cevap niteliği taşımaktadır.  Bu açıdan bakıldığında, Patriğin çıkışı Türkiye’den çok, bu çevreye yönelik bir meydan okumadır esasen.

Atina ulusal kilisesinin bugünkü başpiskoposunun bir önceki selefi olan merhum Hristodulos’un özellikle 90’lı yıllarda başını çektiği ve sesini duyurduğu bu çevre, Türk-İslam sentezinin bir Yunan versiyonu sayılabilir.  Son zamanlarda sesi daha az çıkıyorsa da, bu çevrenin temsil ettiği Elen-Ortodoks sentezinin Yunanistan’daki gücü, Türk-İslam sentezinin Türkiye’deki gücünden az değildir.  O sıfatı hiç kullanmasa da, tabiatıyla fevkalâde milliyetçi olan bu çevre, uzun zamandır Patrikhane ile derin bir rekabet ve çekişme içindedir.  Patrikhane’nin tarihten gelen idari ve ruhani otoritesinin sınırlandırılması için çaba harcar, ayrıca Patrikhane’nin Türkiye’nin Avrupa yolculuğunu destekleyen politikasına şiddetle karşı çıkar, Türkiye’nin Batı kulübünden tamamen dışlanmasını ve daima dışında tutulmasını savunur.  Türkiye’nin Batı’nın dışına savrulması durumunda Patrikhane’nin içine düşeceği ilave zorluklar ve hatta düpedüz yokolma tehlikesi, bu çevreyi pek ırgalamaz; bu ihtimale karşı zaman zaman dile getirdiği çözüm önerisi şudur: Patrikhane tasını tarağını toplayıp Türkiye’yi terketmeli, Yunanistan’da idari denetiminde bulundurduğu pekçok yerden birine (örneğin Patmos adasına) yerleşmeli ve varlığını ve misyonunu  daha rahat şartlar altında orada sürdürmelidir.  Bu çözüm önerisinin başlıca gerekçelerinden biri de, Patriğin Türkiye’de zaten bir “rehin” durumunda olduğudur: Patriğin başında olduğu kilise, tutsak bir kilisedir; Patrik bu kiliseye hakkıyla yön veremez, çünkü düşündüğünü söyleyemez; bu anlamda da sözünün hükmü yoktur.

Patriğin bütün bu eleştiri, öneri ve yakıştırmalara karşı uzun yıllar sabır ve kararlılıkla direndiği ve zamanla Yunanistan’da da kendine bir taraftar kitlesi bulduğu söylenebilir.  Ama Patriğin konumunu belki de en beklenmedik şekilde, bir hamlede kat be kat güçlendiren, bu son çıkışı olmuştur.  Eğer bu çıkışı gerçekten de bir meydan okumaysa, Patriğin artık bir rehin olmadığı sonucuna varmak gerekir.   Yalnız eleştirilerini paşa paşa dile getirmekle yetinmeyip, icabında protestosunu ortaya koymak ve rest çekmekle Patrik, “kefeni yırtmış”, rüştünü ispatlamış olmaktadır bir bakıma.   Görülen o ki, “Konuşan Türkiye”nin ayrılmaz bir parçasıdır artık Patrik.

Kuşkusuz, kopan gürültü karşısında Patrik, ortamın daha fazla kızışmasına müsaade etmeyecek, yatıştırma yoluna gidecektir.  Umarız bunu yaparken tamamen kabuğuna çekilmez, yakın çevresi de gereksiz ve yersiz mazeretlere sığınmaz.  Gönül ister ki Patrik, bundan böyle yalnız Amerikan medyasında değil, Türk medyasında da istediği demeci istediği gibi versin.  Hiç kuşku yok ki bunu yapabilmesi, yalnız kendi davasının değil, Türkiye’nin de hayrınadır.

Bu yazı, 3 Ocak 2010’da Birikim-Güncel’de ve acıkgazete.com’da yayımlanmıştır.